Suat Tekin: “Kendimi en doğru, en gerçekçi, en yalansız biçimde ifade etmenin yolu yazmaktı.”

SÖYLEŞİ: Aslı Kemal GÜRBEY
Bugün, edebiyat dünyasında sağlam bir yer edinmiş tecrübeli yazar Suat Tekin ile söyleşi gerçekleştireceğiz. Yazarın yeni romanı İşte Hayat (258 sayfa) okurlarla buluşurken, aynı anda Kimsesizlik – Aşk Utandı- (175 sayfa) isimli kitabının da üçüncü baskısı Kalan Yayınları’nca yapıldı. İnsan ruhunun derinliklerinde dolaşacağınız bu eserleri okudukça kalbinizin de titrediğini hissedeceksiniz. Şimdi, Suat Tekin’i daha yakından tanımaya ve edebiyat yolculuğuna dair sohbet etmeye hazır olun!
Merhaba Suat Bey. Sizleri tanıyanlar kadar isminizi ilk kez duyanların olması da normaldir. Benim gibi sizi ilk kez tanıyacak olanlar için kendinizi tanıtır mısınız? Suat Tekin kimdir?

Suat Tekin 1.3.1961 tarih, Adıyaman doğumlu bir köylü çocuğu. İlk, orta ve liseyi Adıyaman da, Üniversiteyi, Trabzon da KTÜ Orman Fakültesi, Orman Mühendisliğinde okudum. 3o yıl devlet memurluğu yaptım. Şu en emekliyim. Sadece yazıyorum. Yayımlanmış, bir öykü, beş romanım var. Yedi İklim, Ay Vakti, Yolcu gibi çeşitli edebiyat dergilerine öykü ve makaleler yazdım. Adıyaman da yaşıyorum.
Hemingway bir söyleşisinde şöyle der: Herkesin yazın dünyasına adım atmasının bir takvimi ve güçlü bir sebebi olmuştur. Sizin için bu takvim ve güçlü sebep ne oldu?
Çok doğru. Benim de benzer bir sebebim oldu. Ancak ondan önce hayallerim, düşüncelerim, fikirlerim vardı. Ortaokulda Türkçe öğretmenin “Yazmalısınız,” dediğinde, “İşte aradığım bu,” dedim ve yazmaya başladım. Kendimi en doğru, en gerçekçi, en yalansız biçimde ifade etmenin yolu yazmaktı. Yalnızlığı tercih ettim ve yazmaya başladım.

Kimsesizlik – Aşk Utandı- isimli eseriniz üçüncü baskısını yaptı. Kitabın bu kadar ilgi görmesinin bir nedeni olmalı. Neler söyleyeceğinizi merak ediyorum.
Birincisi, gerçek bir hikaye. Kurgu çok az. Diyaloglar tabi ki kurgu. Ama onun dışında mekanlar ve olaylar tamamıyla gerçek, hatta bire bir. Hacer’in yaşadığı mahalleyi, evi ve sokakları gezdim. Tanıdığı insanlarla görüştüm. Tanıkları dinledim. Çok etkilendim. Abartmadan, fotoğrafı olduğu gibi aktardım. İnsanlar Hacer’de kendilerini buldular. Benzer evde yaşamış, benzee acılar çekmişler. Aşkın utandığı yer varsa o da burada, bu sokakta, bu evde… Hacer, acı çektikçe olgunlaşmış. Çaresizlik belki mecburiyeti, ama aynı zamanda tercihi. Çünkü çaresizlik kıymeti bilinir, değeri anlaşılırsa dünyanın en büyük hazinesi.

Son iki kitabınızı beğenerek bir solukta okudum. Hikayeleriniz ilgi çekici, olay örgüsü ustaca işlenmiş, Türkçe’nin de sade, anlaşılır haliyle yazıyorsunuz. Bu üçü birleşince geriye keyifle okuması kalıyor. Evvelce yazdığınız kitapları merak edenler olabilir. Bu temelde size 3 sorum olacak: 1) Meraklı okurlar için Dördüncü Kadın ve Sevmek Mutlu Ölmekmiş romanlarınız ile Yirmi Beş Kuruşluk Şaka Leblebi adlı öykü kitabınız hakkında kısa sufleler verir misiniz? 2) “İşte Hayat ile önceki eserlerinizi kıyasladığınızda, anlatım dili, kurgu ve sanatsal derinlik açısından kaleminizin nasıl bir evrim geçirdiğinizi düşünüyorsunuz? 3) İşte Hayat romanı, önceki çalışmalarınıza kıyasla sizin için nasıl bir yerde duruyor?”
Üç kitap da yaşanmışlığa ve gözleme dayanıyor. Hayatı doğru okur, hayal dünyanızla ilişkisini doğru kurgularsanız, ortaya benzersiz bir çalışma çıkar. Bu üç çalışma da böyle bir yaklaşımın eseri. “Dördüncü Kadın” dört kadın profilini anlatıyor. Ve tabi ki kadın olmanın gerçekleri, zorlukları ve avantajları ile birlikte… Sevmek Mutlu Ölmekmiş daha sonar KİMSESİZLİK olarak yayımlandı. Yayımlanmadan önce TRT ye göndermiştim. TRT den gelen mektupla ilgilendiklerini, sinopsisini göndermemi istediler, ama göndermedim. Yirmi Beş Kuruşluk Şaka Leblebi, bir öykü kitabı. Çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanmış öyküleri topladım, kitaplaştırdım. Çok erken tükendi. Okullar büyük bir ilgi gösterdi. İkinci baskısı üzerinde çalışıyorum.
İşte Hayat, teknik olarak diğerlerinden farklı değil. Ben daha çok karakter odaklı çalıştığım için romanlarım arasında pek bir fark olmaz. Psikolojik tahliller, felsefi derinlikler, sosyolojik analizler esas çıkış noktam. Polisiye vakalar mutlaka vardır. Ancak ana tema, aile, toplum ve birey çatışması olmuştur. Ne kadar başarabildiğim tartışılabilir belki, ama amacım bu.
İşte Hayat’ta uzun bir dönemi anlattım. Yolun, elektiriğin, internetin, televizyonun olmadığı bir Türkiye’den bunların hepsinin olduğu zamana yetişen bir neslin, yeni kuşakla aralarındaki çatışmayı anlatıyor. Bundan önceki romanlarımda konu biraz daha spesifik ve local.
Yayinevi, okumam için kitaplarınızın PDF nüshalarını bana yolladı. Doğrusu iki eseri de beğenerek okudum ve benden tam puan aldı. Okuyanlarında bana hak vereceklerinden şüphem yok. Okurlardan bahsetmiyorum, sözüm yazarlara. Her yazarın “iyi romancı” ve “iyi roman”a dair farklı bir tanımı vardır. Size göre “iyi romancı” kimdir, “iyi roman” nedir?
Thomas Piketty, “Kapital” isimli eserinde roman ve romancılar için şunu söyler.
“Roman ve romancılar, içine doğdukları toplumun sosyolojisi hakkında çoğu zaman istatistiklerden ve analizlerden daha fazlasını verirler.”
Aynen katılıyorum. İyi bir romancı sağlam bir kaleme sahip olmakla birlikte, iyi bir gözlemci olmak zorunda. Yaşadığı dönemi ve toplumu çok doğru okuyacak. Hayal dünyası güçlü, anlatım yeteneği üst düzey olan bir yazar, sıradan bir yurttaştan daha fazlasını görür. Daha fazlasını anlatır. Yazım hataları düzeltilir. Anlatım bozukluğu giderilir. Ancak analizler, yorumlar, tespitler ve kalıcı öğütler tamamiyle yetenekle ilgili. Istekle, gayretle doğru yazma öğrenilir, ama hayal kurmak, doğruları görmek ve yorumlamak bilgi ister. Cesaret ister.

Diyelim ki bir imza günündesiniz. Bir okurunuz söz alıp ayağa kalktı. Ve size şöyle bir soru sordu: “1975 yılında yazmaya başladınız ve uzun yıllara dayanan bir edebi birikime sahipsiniz. Günümüz romanlarını, özellikle konu, dil, kurgu ve anlatım açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin dönemin romanları mı yoksa günümüz romanları mı daha evladır?” yanıtınız ne olurdu?
Günümüz romanı gözlemden çok, kurguyla ilgileniyor. Roman, hepimizin bildiği gibi yaşanmış ve yaşanacak olayları anlatır. Günümüz daha çok gelecekle ilgileniyor. DİSTOPİK roman daha çok ilgi görüyor. O zaman şurası eksik kalıyor. Elli yıl sonra bugünü tanımak isteyen kaynak bulamayacak. Orhan Kemal ve Yaşar Kemal Çukurovayı anlatmasaydılar, o dönem hakkında fikrimiz olur muydu? Olmazdı. Bu değişim ister istemez dil ve teknik farklılıklar doğuruyor. Betimlemeler azalıyor, tasvirler anlamsız, hatta gereksiz görülüyor. Şahsen, gözlem ve hayal gücüme dayanarak yazmayı tercih ederim.

Ülkemizde roman yazmak isteyen pek çok genç var, ancak çoğu nereden ve nasıl başlayacağını bilemiyor. Tecrübeli bir yazar olarak genç kalemlere yazın hayatlarında yol gösterecek en önemli tavsiyeleriniz neler olurdu?

Önce iyi bir okur olsunlar. Türkçeyi doğru kullansınlar. Doğru konuşsunlar. Bolca yazsınlar. Yazdıklarını paylaşmaktan korkmasınlar. Hatalarını görme konusunda cesur olsunlar. Stefan Zweig, mealen söylüyorum, şunu der: “Yazdığım yüz sayfanın yetmiş sayfasını yırtıp attıktan sonra kalan otuz sayfa işimi görüyorsa attığım yetmiş sayfaya üzülmem, otuz sayfaya sevinirim. Çok yazmak yerine doğru yazmak önemli.

Son sorum da şu olsun: Türk toplumunun edebiyat ve sanata karşı tutum ve tavrını nasıl buluyorsunuz?

Yetersiz. İlgisiz. Sorumsuz.

Her yerde söylediğimi burada da söyleyeyim.
Bir toplumun kitabı kütüphanesi yoksa, şiiri şairi yoksa, sanatı sanatçısı yoksa o toplumda karnı tok köleler yetişir.

Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Okurlarınız bol olsun.

Be the first to comment

Leave a Reply

Your email address will not be published.


*