
SÖYLEŞİ: Aslı Kemal Gürbey
Karadeniz’in mistik dağlarında yankılanan bir yolculuğun, emeğin ve kültürün hikâyesi: Baldaş Dağı – Bal Yolcularının Hikâyesi. Eser Kalan Yayınları markasıyla geçen hafta raflardaki yerini aldı. Yazar Abdurrahman Akın, bizi Rize’nin Senoz Vadisi’nden yola çıkan bal kervanlarıyla birlikte tarihi İpek Yolu’nun izlerine götürüyor. Gerçeklik ile hayalin iç içe geçtiği bu anlatıda; doğa, gelenek ve insan manzaraları bir araya geliyor. Bu söyleşide, hem kitabın yazım serüvenini hem de yazarın bölge kültürüne duyduğu derin bağlılığı daha yakından keşfedeceğiz.
Merhaba Abdurrahman Bey. Yeni eseriniz hayırlı olsun. Sizin kim olduğunuzuokurlarımıza tanıtarak başlamak istiyorum. Evet, Baldaş Dağı – Bal Yolcularının Hikâyesi kitabını yazan Abdurrahman Akın kimdir?
Rize’nin Çayeli İlçesi Senoz Hemşin Vadisinin, benim benzetmemle ahşap evlerin asırlardır birbirleri ile komşuluk yaptığı “Dünyanın en güzel köyü Başköy’de” doğdum.
Rahmetli Babam İbrahim Akın, halk kültürümüzün çok önemli ayaklarından olan “atma türkü geleneğinin” son temsilcilerindendi. Baldaş Dağı’nda babama ait bir atma türkü hikâyesine de yer verdim. Her Karadeniz kadını gibi fedakârlık timsali olan anacığım Yadigâr Akın, babamla büyük bir sevdalık (Bizim kültürümüzde hala aşk denmez sevdalık denir) sonucu evlendi. Bir ablam ve benden küçük iki erkek kardeşim var. Eşim Ayşe, iki kızım ve bir oğlumla birlikte yaklaşık yirmi bir yıldır İzmir’de yaşıyoruz. Tabii her Rizeli gibi yazın memleketimize gitmeyi bir gönül borcu olarak biliyor; ve memleket ziyaretini aksatmamaya gayret ediyoruz.
Çocukluğum köyüm Başköy’de geçti. Bir yıl komşu köy olan Ormancık Köyünde bulunan ilkokula gittim. Sonra ailemin kararı ile amca çocuklarımla birlikte Çayeli İlçemize inerek tahsil hayatıma burada devam ettim. İlkokulu 9 Mart İlkokulunda okuduktan sonra Çayeli Orta Okulu ve Çayeli Lisesinde okudum. Daha sonra Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi “Arkeoloji ve Sanat Tarihi” bölümünde iki yıla yakın okudum. Askerden sonra bir gurup arkadaşımla Rize’nin ilk renkli ve ofset gazetesi Rize Kaçkar Gazetesi’ni yaklaşık yedi yıl çıkardık. Bölgenin kültür ve geleneğine büyük katkı yaptığına inandığımız gazete, arkadaşlarıma olduğu gibi benimde hayata ve insanlara bakışımda çok büyük etkisi oldu. Çocukken ailemize ait birçok alanda faaliyet gösteren işletmelerde çalıştıktan sonra devletin kurumu olan Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü(KEGM) bünyesinde uzman olarak çalıştım.
Okuma maceram küçük yaşlarda başladığı için, Kaçkar Gazetesi, daha yirmili yaşlarda makaleler yazdığım bir okul oldu benim için. İleriki yıllarda, başta 53Rize Dergisi olmak üzere birçok dergide yazılarım yayınlandı. Sonra internette haber siteleri açılınca başta Çay Haber ve Kaçkar53 olmak üzere yirmi yıla yakındır, sosyal, kültürel ve siyasal konularda makalelerim yayınlanıyor.
Yöremize ait birçok kitaba yazılarımla katkı yaptım.
Bugün yayına hazırladığım ve yakın zamanda basımı gerçekleşecek olan sekiz kitabım var. Bu kitaplardan olan “Baldaş Dağı-Bal Yolcularının Hikayesi” romanımız Kalan Yayınlarından çıktı.
252 sayfa olan eser, keyifle okuduğum eserler arasında şimdiden yerini aldı. Şu 3 soruyu sormak istiyorum: 1) Baldaş Dağı fikri nasıl doğdu? 2) Bu eser ne kadar sürede yazıldı? 3) Eserin yazımında yüzleştiğiniz zorluklar neler oldu?
Daha çocukken çoban olarak gittiğim yaylamız olan Şemkehot Yaylasındaki dağ olan Baldaş Dağı her an gözümüzün önündeydi ve değişik masalsı hikâyeler anlatılırdı üzerine. Bunlardan biri olan, bal tulumlarının taşların üzerine devrilmesi sonucu taşların bala bulanması nedeni ile, dağın adının buradan neşet ettiği hikayesi beni çok etkilemişti. Daha o günlerde düşünmüştüm bu dağın hikâyesinin yazılması gerektiğini.
Hikâyeyi kafamda kurgulamam yıllarımı aldı diyebilirim. Yaklaşık iki yıl önce “Bismillah” diyerek ilk satırları yazmaya başladım. Hikâyenin geçtiği zaman, hikâyedeki kahramanlar ve anlatılanların bilgisini ve kişilerin notlarını aldıktan sonra, yazarken her satırında heyecan duyduğum kitabımızı yazmak benim için çok keyifli oldu. Hikâyeyi kaleme alırken pek zorluk çektiğimi söyleyemem çünkü yazmak benim için nefes almak gibi bir şey olduğu için ancak keyf aldım yazarken.
Şunu da ifade etmek isterim; Her insanın hatıraları kendisi için çok değerlidir. Bu yüzdendir ki; insanlar buldukları her fırsatta anılarını anlatmaktan büyük keyif alırlar. Bizim gibi eli kalem tutanlar ise ya şiirlerle ya türkülerle, ya da roman ve hikâye kitapları ile hatıralarını dile getirerek kaleme alırlar.
Çünkü insan bilir ki; hatıralardan başka her şey hayatından bir gün çekip gidecektir.
Abdurrahman Bey, Bal Yolcularının Hikâyesi’ni beğenerek okudum. Kitabınızda Senoz Vadisi ve Baldaş Dağı çevresine, insanlarına, kültürüne dair çok canlı bir anlatım var. Öyle güzel yazmışsınız ki insan adeta kendisi yaşamış gibi gözünde canlandırıyor. Kaleminizin sağlam ve yetkin olduğunu söylemeliyim. Bu temelde sorumşu olacak. Yazı yazmaya ilk nasıl ve ne zaman başladınız ve herhangi bir yazı eğitimi aldınız mı?
Bu sorunun daha geniş cevabını “Çayeli’nin Hikâyesi” isimli kitabımda anlattım. Oradan çok kısa bir bölüm alarak bu sorunuza cevap vereceğim.
1991 yılında Kaçkar Gazetesinde “ilk makalemi yazdığımda” 24.yaşımı daha doldurmamıştım.
O güne kadar “Edebiyat Derslerinde” yazmış olduğum “kompozisyon yazıları”, “Erzurum Atatürk Üniversitesinde” okurken ve de daha sonra askerde gittiğimde, aileme yazdığım uzun mektuplarım vardı kaleme aldığım.
O mektuplar kendi özel durumumla ilgili ve birazda duygusal kaleme alınan yazılardı, bugüne kadar da o yazıların birçoğunu sakladım, zaman zamanda okumaktan büyük keyif alırım.
Özellikle 16-20 yaş aralığında okuma serüvenim zirve yapmış ve okuduklarımın görünür olması için her bulunduğum ortamda konuşmaya, bir şeyler anlatmaya gayret etmiştim!
Bir gurup arkadaşımla Rize’nin ilk ofset/renkli gazetesi olan Kaçkar Gazetesini çıkarmaya başlayınca aradığım o fırsatı da bulmuş oldum!
Çocukluğumdan itibaren “Şaban ve İsmail Ağabeylerimin” oluşturdukları kitaplıkta bulunan kitapları, raflara dizmek, ara sıra açıp içinde ne yazıyor diye merak etmek, zaman içerinde beni kitap okumaya yönlendirdi.
Ağabeylerimin Kitaplığında her düşüncede yazarların, şairlerin kitaplar vardı.
Bu durum ileriki yıllardaki hayatımda bana çok büyük bir özgüven ve zenginlik katmıştı.
Necip Fazıl’dan Nazım Hikmet’e, Nurettin Topçu’dan Kemal Tahir’e, Ziya Gökalp’tan S. Ahmet Arvası’ya, Halil İnalcık’tan Şevket Süreyya Aydemir’e,Peyami Safa’dan Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Falih Rıfkı Atay’dan Yaşar Kemal’e, Erol Güngör’den Galip Erdem’e, Sevinç Çokum’dan Alev Alatlı’ya, Tolstoy’dan Dostoyevski’ye, Balzac’tan Kafka’ya, Farabi’den Cemil Meriç’e, Emine Işınsu’dan Ayşe Kulin’e kadar her düşünceden yazar, düşünce insanı ve şairin kitapları, ağabeylerimin birlikte oluşturdukları “kitaplığın” raflarını süslüyordu.
Kaçkar Gazetenin ilk sayısından itibaren, önce 2. sayfasında sonra da 1. sayfasında makalelerim yayınlanmaya başlamıştı.
İlk makalem yayınlandığında tarifsiz bir mutluluk duymuştum.
Çünkü o yaşıma kadar geçen hayatımdaki okuma maceram; “artık yazmalısın!” diye, manen beni zorluyordu!
Büyük Türk Tarihçisi Prof. Halil İnalcık Hocanın; “72 kitabım var, çoğunu 80 yaşından sonra yazdım. Bir şeye âşık oldunuz mu her şeyi unutursunuz. Uykunuzu, sıhhatinizi…” cümlesini okuyunca, merhum hocamızın sözüne nazire yaparak bende; “elli yıl biriktirdikten sonra, kitaplarımı 50 yaşından sonra yazmaya başlayayım” düşüncesine sarıldım!
İnsan, hayattan ve kitaplardan aldıklarını bir şekilde geri vermek istiyor.
Zira, hayatın anlamı benim için; insanca yaşamak ve hayatın güzelliklerini paylaşmaktır.
Birebir yaşadığım veya şahit olduğum onlarca Çayeli’ne dair hikâye ve bu hikâyelerin bir kısmına “can ve ruh veren insanlarının” en azından bir kısmını yazmak fikri bende uzun yıllardan beri vardı.
“Türk Edebiyatının en büyük noksanı hatırattır. Avrupa’da ise bu böyle değildir. Avrupalının kendi hayatına ehemmiyet verişi –ki buna şahsiyet diyoruz- çok mühim yer tutuyor. Bizde, kendi kendisini hiç sayış, Şarklı görüştür.”
Türk Edebiyatının büyük ismi Ahmet Hamdı Tanpınar, “Edebiyat Dersleri” isimli kitabında, bizim ülkemizde hatırat yazma geleneğinin olmadığını bu sözlerle eleştirir.
“Çayeli’nin Hikâyesi” kitabı aynı zamanda merhum Tanpınar’ın haklı eleştirisi karşısında, Çayelili birçok değerimizin “hatıratının” yazıldığı bir kitap olarak da kabul görmeli.
Ahmet Hamdı Tanpınar’ın bu haklı düşüncesi üzerine şu notu da düşmek isterim.
Yazar Maya Angelou’nun “İçinde anlatılmamış bir hikâye taşımaktan daha büyük bir eziyet yoktur” sözünün duygusu, kitabın her sayfasında hayat buldu, kitaptaki son satırı yazdığımda bu eziyetten kurtulduğumu düşündüm!
“Meşeciler” olarak andığınız kişileri anlatırken onları ölümsüzleştirmek istediğinizi söylüyorsunuz. Bu kişiler kimlerdi ve sizi neden bu kadar etkilediler?
Kendimi anlatırken köyde doğup büyüdüğümü ifade etmiştim. Tarım, ormancılık ve yaylacılıkla geçimini sağlayan köyde yaşayan bir çocuğun görmesi ve yaşaması gereken her şeyi gördüm ve yaşadım ben. Meşecilerimizde onlardan birileriydi. Özellikle merhum Muhammet Amcamda çok önemli bir meşeciydi. Onunla birlikte meşeciliğe gider, hem kara kovanların hem ağaca çekilmesine hem bakımına hem de sağımına şahitlik ederek büyüdüm. Bu vesile ile başta amcam olmak üzere eski zamanların çok değerli meşecilerini yâd ediyorum. Kitapta bu isimlerden bol bol bahsettim hatıralarını yazdım.
Kitabınız, yöresel kültürün yaşatılması ve tanıtılması açısından oldukça kıymetli bir eser. Ancak günümüzde sıkça dile getirilen şöyle bir görüş var: “Edebiyatta genç kuşaklar yerel kültüre yeterince ilgi göstermiyor, daha çok popüler kültüre yöneliyorlar. Oysa geçmişte edebiyatımızda yerel hayat, gelenekler ve halk anlatıları çok daha fazla işlenir, geniş bir okuyucu kitlesi bulurdu. Günümüzde bu kitle neredeyse yok oldu. Popüler edebiyat acı zaferini ilan etti.” 1) Siz bu fikre katılır mısınız yoksa karşı mı çıkarsınız? 2) Yerel kültürü merkeze alan edebiyatın geleceği hakkında kaygılarınız var mı? Ve sizce yerel kültürün edebiyatta işlenmesi için yapılacaklar neler olabilir?
Türk Tarihinin en önemli düşünür olan Yusuf Has Hacib “Kutadgu Bilig” isimli muhteşem eserinde şöyle der;
“Doğan ölür, ondan eser olarak söz kalır. Sözünü iyi söyle, ölümsüz olursun.”
Bu düşüncede oldum hayatım boyunca. Ve bu sözün ruhuna uygun “yol haritamı” belirledim.
Bir şehrin, söz konusu tarihi, kültürü, mimarisi, musikisi, edebiyatı, sanatı, folkloru, maddi ve manevi zenginliği, yaşanmış insanı hikâyeleri, kendine ait sesi ve yetiştirdiği seçkin insanlar ile sade insanlarının, ancak incelenerek anlatılabileceğine inanıyorum.
Peki, bugünkü gençlerin böyle bir derdi var mı?
Bu sorunun karşılığı benim açımdan maalesef olumsuzdur. Elbette çok az sayıda olsa da yaşadığı cemiyetin derdi ile dertlenen gençler vardır; biz bu sayının çoğalmasına nasıl katkı yaparız bunun düşüncesinde ve çabasında olmalıyız.
İletişim çağı maalesef insanların duygu ve düşünce dünyasını felç’e uğrattı!
Bundan sadece gençler değil, orta yaşlılar ve yaşlı insanlarımızda olumsuz anlamda nasiplendiler. Ve şimdi de, bana göre insanlığın başına bela olacağına inandığım “yapay zekâ çağı” başladı.
Baldaş Dağı – Bal Yolcularının Hikâyesi sadece edebi değil, aynı zamanda sinematografik bir derinlik de taşıyor. Hikâyedeki doğa tasvirleri, karakterlerin iç dünyaları ve kültürel motifler; güçlü bir yönetmenin elinde etkileyici bir filme dönüşebilir gibi duruyor. Eğer bu eser bir gün sinemaya uyarlanacak olursa, yönetmenliğini kimin yapmasını isterdiniz? Ayrıca bu hikâyeye ruh verecek oyuncu seçimlerinde ne tür özellikler arardınız? Profesyonel oyuncular mı, yoksa yöreden insanların yer alması mı daha anlamlı olurdu?
İnanır mısınız, en büyük arzularımdan birisidir “Baldaş Dağı” romanımızın filminin çekilmesi. Daha kitabı yazarken her satırında zihnimde canlandırıyordum bir film sahnesinde “Bal Yolcularının“ vadi boyunca yürüdüğünü. Doğal plato vadi ve en önemli tarafı da, hikâyede isimleri geçen insanların neredeyse yüzde ellisi hala hayatta ve çekilecek filme gönüllü katılım sağlamayı gönülden arzu ederler.
Çekilecek filmin içinde profesyonel oyuncuların olması filmin kalitesini ve değerini artırır diye düşünüyorum.
Halit Refiğ, Metin Erksan, Ömer Lütfi Akad, Atıf Yılmaz,Metin Erksan, Osman Seden, Yusuf Kurçenli, Ömer Kavur gibi çocukluğumun Çayeli’ndeki sineması Lale Sinemasında filmlerini izlediğim yönetmenler bugün aramızda yok. Fakat bugün Türk Sinemasında çok güzel işlere imza atan uluslararası ödüller alan yönetmenlerimiz var. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Ferzan Özpetek, İsmail Güneş gibi önemli yönetmenlerimiz “Baldaş Dağı”nın filmini çekerse bundan ancak mutluluk duyarım.
Söyleşiyi sonlandırırken okurlarınızın bol olmasını diliyorum. Bana zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.
“Yazmak biri okuduğu vakit; konuşmak ise birisi dinlediği zaman anlamlıdır! “
Baldaş Dağı kitabımızı eğer birileri okuduysa/okuyacaksa bu durum beni hem mutlu eder hem de bundan sonra yazacağım makale ya da kitaplar için motive eder.
Bu vesile ile okuyucularımıza yeni kitap müjdesini vermek isterim.
Sadece bizim coğrafyamızda değil, tüm Türk Dünyasında yazılmayan (bana göre) ismini “Kızılelma’nın Hikâyesi” koymayı düşündüğüm, çok önemli bir eseri yazdım bitirdim. Ayrıca, Rize’nin Fethi ile ilgili yeni bir romanı yazmaya da başladım. Kamuoyu ile daha önce paylaştığım; Çayeli’nin Hikâyesi, Tulum’un Gizemi ve Komar Çiçeği (şiir) isimli kitaplarımızda yakında okuyucunun elinde ve gönlünde olacaktır.
İlgi ve alakanıza çok teşekkür ederim.
Leave a Reply