İlyas Toprak: “Yazmak, hem zihnimi hem ruhumu besleyen en güçlü tutku.”

Söyleşi: Aslı Kemal Gürbey

Kırık Buğdaylar, İlyas Toprak’ın Anadolu’nun bir köyündeki insanların yüreğindeki yaraları, umutları ve mücadeleyi anlatan son romanı. Eser, tecrübeli bir yayınevi olan Kalan Yayınları’ndan yeni çıktı. Kırık Buğdaylar, yazarın Değirmen adlı ilk eserinden devam eden duygusal, didaktik ve sürükleyici bir hikâye. Yazar, insan ruhunun inceliklerini, çocukluğun yaralanmış zamanlarını, kızların sessiz çığlığını da ustalıkla irdeliyor. Buyurun söyleşimize.

Merhaba İlyas Bey, yeni eseriniz hayırlı olsun. Söyleşimize sizi tanıyarak başlayalım: İlyas Toprak kimdir?

Ben… Çevresi yalçın dağlarla sarılı, rüzgârı kendine özgü bir türküyü andıran Erzincan Karacalar Köyü’nde 1954 yılında doğdum. Çocukluğum, toprağın kokusu, suyun berraklığı ve insanların içtenliğiyle yoğruldu. O coğrafyanın sessizliği, hikâyelerin derinliği ve dağların gölgesi bugün yazdığım her cümlede yaşamaya devam ediyor.

169 sayfalık eseriniz, güçlü anlatımı ve akıcı diliyle beni gerçekten etkiledi. Okurken hem estetik bir tat aldım hem de düşünsel bir yolculuğa çıktım. Bu bağlamda iki sorum olacak: 1) Yazmaya ne zaman başladınız? 2) İlyas Toprak için yazmak ne anlama geliyor?

Evet, uzun yıllar Milliyet Gazetesinde çalıştım. Emekliliğimin ardından, içimde yıllarca olgunlaşan hikâyeleri kâğıda dökmeye başladım. Benim için yazmak, yorulmayan bir nefesle devam eden uzun soluklu bir yolculuktur; tıpkı çok sevdiğim bir spor dalı gibi, insanı diri tutan, her adımda yenileyen bir uğraş…  Yazmak, hem zihnimi hem ruhumu besleyen en güçlü tutkum oldu.

Romanınızda Zazaca diline ve kültürüne dair çok değerli örnekler yer alıyor. Özellikle köy yaşamının anlatıldığı bölümlerde halkın günlük konuşmalarına yansıyan Zazaca ifadeler ve kültürel unsurlar, o topluluğun kimliğini güçlü biçimde hissettiriyor. Zazacanın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu düşünüldüğünde, bu dilin yaşatılması için sizce neler yapılabilir?

Zazaca benim doğduğum köyün ana dili değil; ancak çevremizdeki hemen tüm köylerde Zazaca ve Türkçe birlikte konuşulur. Ben bu dilleri, Anadolu’nun bereketli toprağında yetişen aynı ağacın kıymetli çiçekleri gibi görüyorum. Bu güzel ülkenin tüm dillerinin yaşatılmasını, korunmasını ve değer verilmesini son derece önemli buluyorum.

Eseriniz nefis bir köy romanı. Romanınızın sayfaları olağanüstü güzel Vank Vadisi’yle açılıyor; canlı doğası, köy atmosferi ve insan manzaralarıyla okuru ilk sayfalardan itibaren uzak diyarlara götürüyor. Günümüz edebiyatında köy ve köylü temalarının eskisi kadar yer bulmadığını, yeni eserlerin çoğunda mekân olarak şehrin öne çıktığını görüyoruz. Sizce köyün edebiyattaki görünürlüğünün azalmasının sebepleri nelerdir ve bu durum edebiyatımızı nasıl etkiliyor?

Anlıyorum ne yazık ki göçün artması, tarım ve hayvancılığın giderek zayıflaması, köyden kente doğru yükselen büyük dalgalar, köy kültüründe de bir tür erozyon yaratıyor. Oysa bizim türkülerimizin nakışında, ağıtlarımızın iç çekişinde, masallarımızın gölgesinde hep köyler vardır; dağlar vardır, yaylalar vardır… Tıpkı Köroğlu’nun, Dadaloğlu’nun, halk ozanlarının ve büyük şairlerin dilinde olduğu gibi. Ben inanıyorum ki bu toprakların sesi, köy ve insanlarının ruhu ve dağların gölgesi yaşatıldığı sürece dilimizde kültürümüzde varlığını sürdürecek, belleklerimizde ve hikâyelerimizde yaşamaya devam edecektir.

Roman boyunca Dinçer öğretmen, yalnızca bir eğitimci olarak değil; bireylerin ve toplumun yaşamını şekillendiren, köyün ruhuna dokunan merkezi bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Doğa ve köy halkıyla kurduğu güçlü bağlar, şefkati, sabrı ve saygın duruşu onu hikâyenin omurgası hâline getiriyor. Köyde öğretmene duyulan derin saygı da bunun önemli bir parçası. Peki sizce günümüz şehir hayatında öğretmene karşı bu saygı ve değer aynı şekilde devam ediyor mu?

Kesinlikle hayır. Eskiden köylerde bir öğretmen, karanlığı aydınlatan bir ışık kadar kıymetliydi; sözünün ağırlığı, varlığının değeri bambaşkaydı. Öğretmen, sadece ders anlatan biri değil; yol gösteren, ufuk açan, köyün kaderine dokunan bir rehberdi. Bugün ise şehir hayatında bir öğretmene verilen değer ne yazık ki aynı değil. Şehirlerde yoğunluk, koşuşturmaca ve hızlı yaşam, öğretmenin toplumdaki o eski saygın konumunu gölgeledi. Oysa öğretmenlik, hâlâ geleceğin meşalesini yakan en kutsal mesleklerden biridir.

Edebiyat gerçekten toplumu dönüştüren bir güç müdür, yoksa sadece olup biteni estetik bir dille kaydeden bir tanık mı? Günümüz okurunun hız, tüketim ve dijitalleşme çağında metinlerle kurduğu ilişkiyi düşündüğümüzde, edebiyat hâlâ toplumu şekillendirebilecek bir etkiye sahip mi, yoksa etkisi giderek sembolik bir niteliğe mi dönüşüyor?

Evet, edebiyat, bana göre yalnızca olup biteni kaydeden bir tanık değildir; toplumu dönüştüren en sessiz ama en kalıcı güçlerden biridir. Çünkü insan, hikâyelerle düşünür, hikâyelerle hatırlar ve en çok da hikâyelerle değişir. Bir toplumun vicdanı, sezgisi, belleği ve geleceğe dair hayali çoğu zaman bir romancının cümlelerinde, bir şairin mısralarında gezinir. Tarih bize gösteriyor ki en büyük toplumsal dönüşümler, önce kelimelerde filizlenir. Bugün hızın, tüketimin ve dijitalleşmenin belirlediği bir çağda yaşıyoruz. Okur, metinle derin bir bağ kurmak yerine, çoğu zaman yüzeyde dolaşıyor. Ama bu, edebiyatın etkisini yitirdiği anlamına gelmiyor. Aksine, kalabalık seslerin içinde insan ruhuna dokunabilen her güçlü metin, eskisinden daha fazla değer taşıyor. Çünkü gürültünün ortasında hakikati fısıldayan bir cümle bile bazen bir insanın dolayısıyla bir toplumun yönünü değiştirebilir.

Eski edebiyatın derinliği, dili ve temsil gücüyle; günümüz edebiyatının hızlanan, sadeleşen ve zaman zaman yüzeyselleştiği iddia edilen yapısı arasında belirgin bir fark olduğu ile ilgili bir tartışma var. Siz bu tartışmada neler söylemek istersiniz.

Eski edebiyatın derinliğiyle günümüz edebiyatının hızlanan ve sadeleşen yapısı arasında elbette büyük bir fark var, ben bunu bir eksilme değil, çağın ruhuna verilen bir yanıt olarak görüyorum. Divan şairlerinin ince işçiliği, halk ozanlarının içli sesi, Cumhuriyet dönemi yazarlarının toplumsal vicdanı nasıl kendi dönemlerinin yükünü taşıdıysa; bugünün yazarları da çağımızın karmaşasını, yalnızlığını, çelişkilerini başka bir biçimle ifade ediyor. Her dil, her dönem kendi nefesini taşır. Bazen derinlik uzun cümlelerde gizlidir, bazen da derinlik satırlık bir kırılmadır. Eski edebiyat bir bilgelik kuyusuysa, yeni edebiyat da hızlı akan bir çağın nabzını tutan duyarlı bir damardır.

Ben edebiyatın etkisinin sembolik bir niteliğe dönüştüğüne inanmıyorum. Sembol de olsa, metafor da olsa, bir toplumun en gerçek aynası hâlâ edebiyattır. Çünkü edebiyat, kalabalıklar içinde unutulan insanın sesini taşıyan en ısrarlı, en sadık tanıktır. Ve o ses duyulduğu sürece, toplum da dönüşmeye devam eder.

Kırık Buğdaylar’daki mekân ve halk seçimi, anlatım ustalığınız, karakterlerin derinliği ve özellikle doğayı ele alışınızdaki şiirsellik beni derinden etkiledi. Okur olarak hem dilinizden hem de kurduğunuz atmosferden büyük bir keyif aldım. Bu nedenle şunu merak ediyorum: İlyas Toprak’tan yeni eserler beklemeli miyiz? Eğer cevabınız evetse, bu çalışmalar için bir takvim paylaşabilir misiniz?

Elbette evet. Başında da belirttiğim gibi, yazarlık benim için uzun soluklu bir yolculuk… Yaşadığım sürece bu yolculuktan ayrılmayı düşünmüyorum. Yazmak, nefesim gibi; hayatın içindeki sesleri, insanın acılarını, umutlarını ve hikâyelerini anlamlandırdığım en doğal alan. Bu nedenle yeni eserler mutlaka gelecek. Takvim vermek güç olsa da, kalemimin hiç durmadığını söyleyebilirim. Her yeni kitap, kendi mevsimini bekleyen bir tohum gibidir; zamanı geldiğinde toprağı yarar ve okurla buluşur.

Vakit ayırıp sorularımı yanıtladığınız için teşekkür ederim. Eserinizin yolculuğu uzun ve ilham verici olsun.

 Ben de çok teşekkür ederim…

Be the first to comment

Leave a Reply

Your email address will not be published.


*