Söyleşi: Aslı Kemal Gürbey
Bugünkü konuğum, değerli yazar Işıl Yüce. Işıl Yüce, bugüne kadar pek çok eseri yayımlanmış ödüllü bir yazar. Kendisiyle daha önce büyük bir keyifle okuduğum Hayat ve Roman adlı eseri üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Şimdi ise, Görünmeyen Bağlar kitabı vesilesiyle yeniden bir aradayız. Eser köklü bir yayınevi olan Kalan Yayınları’ndan yeni çıktı. Eser; edebî tarzı, temaları, karakterleri ve anlatım biçimiyle iç içe geçerek okuyucuda derin izler bırakan bir yapı sunuyor. Görünmeyen Bağlar, insan ruhunun karmaşık labirentlerini, ilişkilerin görünmeyen hatlarını ve içsel çatışmaların derinliklerini keşfe davet eden geniş bir panorama niteliğinde. Bu söyleşide, yazarın yaratım sürecine, eser etrafında şekillenen düşüncelerine ve edebî tercihlerine yakından bakma fırsatı bulacağız. Aynı zamanda kendi edebiyat ufkumuzu genişletecek zengin bir tartışma alanı da açılmış olacak. Hep birlikte Görünmeyen Bağların satır aralarında saklı kalan incelikleri ve anlatımın duyarlı dokusunu keşfetmeye başlayalım.
Merhaba Sayın Yüce. Öncelikle yeni eseriniz hayırlı olsun; edebiyat dünyasına kattığınız her yapıtın ayrı bir zenginlik oluşturduğunu düşünüyorum. Yayınevi eserin pdf nüshasını bana ilettiğinde heyecanlandığımı ifade etmeliyim. Sizinle daha önce Hayat ve Roman üzerine yaptığımız söyleşide tanışmıştık ve kaleminizin tadını unutamamıştım. Şimdi, sizi henüz tanımayan okurlarımız için söze temel bir soruyla başlamak istiyorum: Işıl Yüce kimdir?
Öncelikle giriş cümleleriniz için teşekkür ederim. Umarım bu söyleşi yazın dünyasına gerçekten de bir katkı sunar. 1967 Samsun doğumluyum. Ben gazetecilik mezunuyum. Bir süre gazetecilik yaptım. Muhabirlik de yaptım, makaleler de yazdım. Çeviriler yaptım. Bodrum’da yaşadığım dönemler radyo programı yaptım. Çocuk kitapları yazdım. Çocukluğumun bir kısmı Samsun’da diğer kısmı İstanbul Fenerbahçe’de geçti. Genç orta yaşımı Bodrum’da yaşadım. Çok tatlı bir kızım var. Denizaşırı uzaklıkta hem okuyor hem çalışıyor. Piyanoyu arkadaş edindim. Daima yazdım.
“Görünmez Bağlar”, 184 sayfa. Okuması rahat ve keyifli bir kitap. Eserde semboller ve metaforlar oldukça zengin kullanılmış. Eserinizde Ressam’ın çizdiği tabloya “Şaşkın Rapunzel” adını vermesi dikkatimi çekti. Bu adlandırmanın ardındaki anlamı ve resmin ruhuyla kurduğu bağı bizim için açar mısınız?
Kitabın ilk sayfasında ressam, sezgisel bakışın ve bilinçaltı görüşün bir simgesi olarak karşımıza çıkıyor. Yan yana oturan ve bir çift görünümü veren kadınla erkek onu etkiliyor. Ama bu etkilenme, bilinçaltı bir etkilenme. Eğer görünmeyen alana geçerseniz sizi orada efsaneler, masallar, çeşitli simgeler karşılayacaktır. Kadının uzun sarı saçları da ressamı harekete geçiriyor. Burada olup biten bir şeyler var. Neler olup bitiyor bilmiyoruz. O uzun sarı saçlar başka bir kadında olsaydı belki ressamın dikkatini çekmeyecekti. Büyük ihtimalle o kadının saçlarına yüklediği bilinçaltı anlamla Rapunzel’in saçlarındaki simgeler örtüşüyor. Ressam birebir görüntüyü bozarak, saçları odak yaparak bir eskiz kara kalem çiziyor. (Eskizde, kadının saçları, başka bir masada oturan bir adama doğru dalgalanıyor.) Resmin adını Şaşkın Rapunzel koyuyor. Ressama göre kadın, onu esaretten kurtarabilecek olan saçlarını yönlendireceği kişiyi bilinçaltından biliyor ama kurtarıcı aradığı için onu Şaşkın diye niteleyerek bir eleştiri yapıyor. İtiraf edeyim ki bu sayfayı yazdığımda ben de neden Şaşkın Rapunzel olarak adlandırdığını bilmiyordum. Hikâye ilerledikçe “kurtarıcı arayan kadın” simgesi açınlanmaya başladı. Burada masallara yapılan göndermeyi biraz açmak isterim: Masallar, hem bilinçaltı dünyayı hikayelendirir hem de onu okuyanları bu hikayelerin içine hapseder. Çünkü çoğunun sonu bir kurtuluşla biter. Kötü güçler, iyilerin bir araya gelmesine asla izin vermez, ama iyi güçler bir kurtarıcı bekler. Bu bekleyiş bütün kadınların bilinçaltına sinmiştir. Ne kadar modern bir eğitim alsa da bilinçli olduğunu, farkında olduğunu iddia etse de kadın kurtarıcısını bekleyen o bilinçaltı kodu kıramıyor. Erkek de uğruna mücadele ettiği kadına aşık oluyor. Çünkü bu durum onu prens yapacak.
“Görünmeyen Bağlar” isimli eserinizde insanların görünmeyen bağlarının ve insan ilişkilerinin taşıdığı önem sıkça vurgulanıyor. Günümüz toplumunda ise ilişkiler giderek yüzeyselleşiyor, iletişim hızlanıyor ama derinlik azalıyor. Sizce gerçek bağlar bugünün toplumsal koşulları içinde nasıl kuruluyor ve bu bağları yaşatmak neden her zamankinden daha zor hâle geliyor?
Önce şu ayrımı yapayım: Bağ ve ilişki iki ayrı durum. Biriyle bağınız olabilir ama onunla ilişkide değilsinizdir. Tanımadığınız insanlarla da bağınız olabilir. Örneğin onyedinci yüzyılda yaşamış bir müzisyenle, antik dönem filozoflarıyla, bir düşünceyle. Bağınız kopmaz iplerle de olabilir, ince iplerle de. Bu bağlar nasıl oluşur. Bir duygusal kavram, bilinçaltı bir kod, bir tezatlık, bir zafer arzusu, felsefi bir bakış açısı, bir kitap, bir müzik eseri, yapılan bir iyilik, kötülük… bilindik ve bilinmedik dünyaya ait bağlar vardır. Bu bağlar kimi zaman bir ilişki şansı doğurur. O kişiler arasındaki bağ, iki kişi aracılığıyla somut dünyada yaşanır. Ya da yaşanmış bir ilişkide kişiler arasına maddi mesafeler girse de bağlar sürebilir. Bu hayatın ilginç bir dilidir. Kontrolcü, maddiyatçı insanları çok sarsar bu bağlar. Çünkü onlara eremezler. Sizin yüzeysel ilişkilerle ilgili sorunuza buradan yola çıkarak cevaplarsam, yüzeysel ilişkiler en kötü bağlarla kurulur. Biraz da vahşi bağlardır bunlar. Alma verme ilişkileri, aşırı beklentiler, hırslar, kıskançlıklar, pasif agresif tavırlar, kayıtsızlık. İlkel beynimizle kurduğumuz bu bağlar için sistem elimize bazı uygulamalar verdi şimdi. Elindeki bir uygulama aracılığıyla bile insanlar “görüldü, cevapladı, emoji attı, son görülmeyi kapattı, blokladı.” şeklinde yabani bir savaşın içine girdi. Bu, vahşi yüzeysel iki beyinli ilişkilerimizden kaynaklanıyor. İletişim araçlarını buna dönüştürdük. Hız, sabırsızlık, yavaşlayamama çağımızın büyük bir sorunu. Ulaşmak ilişki kurmak değildir, hissetmek gerekir. Derin ilişkiler hakkında da şunu söyleyebilirim. Bir insanın derin ilişki kurabilmesi için önce kendiyle derin ilişki kurabilmesi gerekir. Bunun için de bir “kendi” olma haline ulaşması gerekir. İnsan, kendinden bihaber, kendi arızaları ya da potansiyellerinden uzak, tamamen dışarıdan gelen değerlemelere göre yaşarsa derin ilişki kuramaz. O halde sakin olalım ve nasıl bağlar kurduğumuzu açıkça sorgulayalım.
Romanınızdaki Lâtif ve Şefika gibi karakterler, içsel çatışmaları ve duygusal derinlikleriyle okura güçlü bir psikolojik gerçeklik sunuyor. Bu yönleriyle, insan ruhunun karanlık ve aydınlık yanlarını irdeleyen Dostoyevski karakterlerini anımsatıyor. Klasik yazarların psikolojik derinlik anlayışından etkilendiğinizi düşünür müsünüz?
Aslında çocukluğumuzdan itibaren hem ailede hem toplumsal çevremizde hem de kendimizde ilginç karakterler, çelişkiler gözlemleriz. Kimimiz bunların üstünü örter ve bastırır, kimisi bunları açığa çıkarır. Psikolojik derinlik, açığa çıkaranların ulaştığı bir seviye. Belki bilinç seviyesiyle birbirimize bağlıyızdır, ama bunu esere dönüştürmek için hislerin ve yaşamın haddesinden geçmelidir.
“Hayat ve Roman” ile “Görünmeyen Bağlar”da özellikle diyaloglara ve iç monologlara geniş yer veriyorsunuz. Bu anlatım tercihi, karakterlerin psikolojisini ve iç dünyasını derinlemesine kavramayı gerektiriyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bunu oldukça başarılı bir şekilde yapıyorsunuz. Bu başarı, psikoloji alanında bir eğitim almış olmanızdan mı kaynaklanıyor, yoksa doğrudan edebi bir sezgi ve yetenekle mi şekilleniyor?
Ben tersten başladım. Yani iç dünyanın içinde, figüratif ve geometrik dünyadan uzak, çok başka bir algıda yaşadım. İnsanın dış özellikleri, dış mekan betimlemeleri çok sıkıyordu beni. Ama bir mekanın içinde hangi duygular dolanıyor görebiliyordum. Ağacın figürünü değil yaydığı enerjiyi görüyordum. Deniz de öyle. İnsan da öyle. Dünya gerçekliğine göçene kadar yarı zamanlı gibi yaşıyordum. İnsanların çoğu travmalı yanlarını yolda bırakıp başka bir kimlikle başka yoldan yaşamaya devam ederler. Bunun sebebi o travmanın acısı ve etkisiyle baş edemeyecekleri korkusudur. Ben travmalarımı bir yerde bırakmadım. Bu bana duygular, duygusal çelişkiler, ölüm kalım ruh halleri, bedensel çöküş gibi meselelerle başa çıkmayı öğretti. Tekinsiz ruh hallerinde ustalaştım. Duyguları bakış açılarıyla dengelemeyi öğrendim. Sonra o bilmediğim maddi dünya ve ilişkiler içinde var olmaya çalıştım. Dünyayı öğrendim. Akademik anlamda psikoloji eğitimi almadım. Alaylıyım ben. Bir ara yazılarla değil de doğrudan insanın bilinçaltına ulaşabilmek arzusu duyarak regresyon eğitimi aldım. Ama yazılardan çok sonra.
Yazarlık serüveninizin başlangıcındaki eserlerinizle bugün kaleme aldıklarınız arasında farklılıklar olduğunu düşünüyorum fakat bunu size sormak istiyorum. Zaman içinde dilinizde, anlatımınızda ve karakter kurulumunuzda nasıl bir dönüşüm yaşadığınızı düşünüyorsunuz?
Yazarlık serüveniyle, yazarın yaşantı serüveni uyumlu gider. Kendini tekrar etmiyorsan, yazı seni, sen yazıyı dönüştürüyorsundur. İlk romanım “Gece Yıldızların Işıklarını Yaksana”yı yazdığımda o “iç dünya” dönemindeydim. Kitap tamamen ezberimdeydi. O bendim ben oydu. Hatta Felsefe Profesörü bir tanıdığıma okuttuğumda, bana “distans yok” dedi. Ben bunu bir övgü olarak almıştım. O ise aslında bir eleştiri getirmişti. Sözcükle duygu arasında mesafe yoktu. Bu kitap bir tür imgesel dünyadır. Ben de bir imgeydim. Hiç düşünmeden yazdım onu. Bir bilinç akışıydı. Ama orada kalsaydım. O hayat beni bir mevtaya dönüştürürdü. O yüzden büyük bir devrim gerçekleştirip Puslar Ülkesi’ni yazdım. O kitap yok oluştan var oluşa geçiş kitabıdır. O da imgesel bir dildir ama yoğun felsefe ve şiir iç içedir. Hiçbir roman kalıbına uymaz. Sonra iç gerçeğin romanı kitabı geldi. Böylece bu üç kitapla algımı dünyaya taşımış oldum. Sistem bu halimle görmedi. Hiçbir kalıba uymadı yazdıklarım. Evet şimdiki kitaplar roman kalıbına daha çok uyuyor. Belki sistem beni görmeye başladı. Kitaplarım da benimle birlikte dünyaya yerleştiler. Soyut imgesel dilden somut psikolojik dile geçtim.
Her insanın iyi edebiyatı ve yazarlığı tanımlama biçimi farklıdır; kimine göre yazar, duygulara tercüman olan biridir, kimine göre topluma ayna tutan ya da değişimi tetikleyen bir düşünürdür. Peki, sizce yazar kimdir, onun en temel sorumluluğu nedir ve iyi bir yazarı diğerlerinden ayıran asıl özellik ne olmalıdır?
Toplumda bir statü olduğu için yazan insanlar var. “Kitabı olmak” bir cv niteliği gibi görülüyor. Şiir yazmak nasıl şair olmaya yetmez, resim yapmak ressam olmaya yetmez falan gibi bir şey. Yazar, açık söyleyeyim, yazar olmaktan en ufak bir statü hissedemeyen kişidir. Yazar, görüneni, gösterileni ve gösterilmeyeni, kılcal çelişkileri derin bir nefesle içine çeker ve o içindekilerle yaşayamayacağı için de yazarak dışa aktarır. Bu süreçte toplumdaki karakterler, kodlar yerinden oynayabilir. Ortak bilinçaltı çözüldükçe ortak farkındalığa da katkıda bulunabilir. Benim için yazar karakterlere hükmedemez. Karakterler doğarlar ve benlikleriyle yazara görünürler. Karakterlere tamamen hükmeden, önceden hesap edilmiş kurgular yazar için ve okur için eğlenceli olabilir. Okuma alışkanlığı da kazandırabilir. Ama bence yazarlık böyle bir şey değil.
Sayın Yüce, günümüz okurunu geçmiş dönem okurlarıyla karşılaştırdığınızda, sizce okur profilinde bir değişme görülüyor mu? Bu konudaki düşüncelerinizi merak ediyorum?
Her okur bir gün derin karakterlerle tanışacaktır. Bence okur kendini ne kadar eğlenceliklere, somut, maddi dünyaya kaptırsa da bir gün gelir ruhu insanı deşifre eden gerçek karakterlere ihtiyaç duyar. Bu aslında kendini hissetme çabasıdır. Bir anlamda da ruhun ve bilincin biraz daha aslına dönme ihtiyacıdır. Üzerimizde kat kat kıyafetler gibi giyindiğimiz, kimi genetik miras, kimi tarihsel miras olan duygularla bağlanmış karakter parçalarıyla yüzleşmeden onlardan kurtulamayız. Ama okurlar, eğer o karakterlerde bir gerçeklik hissedemiyorsa okumamalılar. Kendilerini zorlamamalılar. Elbette internet öncesi okur profili farklıydı. Tek şansımız kitap okumak, belki gazetelerdeki roman tefrikalarıydı. Reels çağında yaşıyoruz. Reels videolarında kurgu çekimler var, reelmiş gibi yapan. İnsanlar instagram hikâyelerine yapıp ettiklerini koyuyorlar. Çoğu insan sığ da olsa kendini bir karaktere dönüştürdü. Görülmek, hissedilmekten daha önemli oldu. İnsana bir karakter olmak ilginç geliyor olabilir. Kendini yaratma oyunu, belki görünüyorum demek ki varım gibi bir süreçten geçiyor olabilir. Belki derinlerle kopan bağı sızlamasın diye durmadan video kaydırıyor. O nedenle bu dönemde kenara çekilip bir karakterin derinliklerine inmek zor geliyor olabilir. İnsanın kendini bir nesne olarak sunmaktan bıkarak hakikatini özleyeceği anlar gelince romanlara sarılacak yeniden. Hiçbir uyarlama film ya da dizi film, sessizce okunan, içini hissettiren romanlar, hikâyelerle kurulan bağı yakalayamaz.
Sayın Yüce, günümüz edebiyatını geçmişle kıyasladığınızda, kimi eleştirmenler bugünün edebiyatının “hafiflediğini”, derinliğini yitirdiğini iddia ediyor; kimileri ise tam tersine daha özgür ve cesur olduğunu savunuyor. Siz bu önemli tartışmada nerede yer alıyorsunuz?
Yazarlar içinde bulundukları dönemin şartlarını da sırtlanırlar. Bu dönem zor biraz. Genel olarak seyirci odaklı, başarı odaklı, kabul edilme odaklı, bir ün sahibi olma odaklı, hikâyesini dizi filme çevirme odaklı başlangıçlar ve niyetlerle yazılmış olan kitaplar görüyorum. (Az sayıda da olsa odağı edebiyat olanlar var.) Edebiyatın kendisiyle bir bağ kurulmamış olduğunu hissettiriyor. Edebiyat aslında doğrudan büyük bir değerdir. Onun bize değil bizim ona ihtiyacımız vardır. Günümüz edebiyatını “hafif cesur özgür” olarak nitelemek yerine tek bir kritere bakarım: İnsanın görünmez dünyasında bir temsiliyeti var mı, sözcükler ve üslup orada tutunabiliyor mu?
Türk edebiyatının sevilen kalemlerinden biri olarak elbette sizin de ilham aldığınız, okurken keyif duyduğunuz yazarlar vardır. Sizin, en çok etkilendiğiniz beş yazar ve onların sizde iz bırakan beş eserini öğrenebilir miyiz?
Italo Calvino: Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu
Milan Kundera: Ölümsüzlük
VİCTOR Hugo: Sefiller. Özellikle Gavroche’un ölmeden önceki sahnesi.
Namık Kemal: Gülnihal
Baudelaire: Albatros şiiri (Kötülük Çiçekleri kitabından.)
Vakit ayırıp sorularımı yanıtladığınız için teşekkür ederim. Eserinizin yolculuğu uzun ve ilham verici olsun.
Teşekkür ederim.
Leave a Reply