Ömer Özyurt: “Yazmak, kişinin kendini ve yaşadığı dünyayı anlama, çözümleme ve sorgulama sürecidir.”

Söyleşi: Aslı Kemal Gürbey

Ömer Özyurt’un, köklü bir yayınevi olan Kalan Yayınları’ndan yeni çıkan “Burgaç” isimli eseri, bireylerin iç dünyası, düşünce yapısı, özgürlük arzusu ve geleneklerle çatışması üzerine odaklanır. Eserde bolca felsefik, teolojik, psikolojik tartışma ve analizler var. Mahir ve çevresindeki karakterler aracılığıyla, geleneksel değerler, bilgi, özgürlük ve kimlik kavramlarıyla yüzleşmeler anlatılır. Karakterlerin içsel çatışmaları, toplumsal normlar ve bireysel özgürlükler arasındaki gerilimler çerçevesinde başarıyla değerlendirilir. Bu söyleşimizde eseri kalem alan Ömer Özyurt ile birlikteyiz.

Merhaba Sayın Özyurt. Yeni eseriniz hayırlı olsun. İlk olarak sizi tanımakla başlamak isterim. Ömer Özyurt kimdir?

Öncelikle bana ve kitabıma bu söyleşide yer verdiğiniz için teşekkür ederim. Ben Ömer Özyurt; uzun yıllardır Ankara’nın Polatlı ilçesinde yaşayan, sosyal sorunlara duyarlı, kültürel etkinliklerde yer almayı seven, okumayı ve yazmayı hayatının merkezine koymuş biriyim. Yaklaşık yirmi yıl boyunca ilçemde esnaflık yaptım. Daha sonra iş yerimi kapatıp özel bir işletmede çalışmaya başladım ve hâlâ aynı işte çalışmaya devam ediyorum.

Burgaç, 422 sayfa. Okuması rahat ve keyifli bir kitap. Kitabın genel temasına göre burgaç, içsel veya toplumsal karmaşayı, değişimi ve çalkantıyı temsil ediyor, ki bence çok isabetli bir metafor kullanmışsınız. Bu noktada iki şeyi merak ediyorum: Yazmaya ne zaman başladınız? Yazmak konusunda herhangi bir eğitim aldınız mı, yoksa tamamen kendi deneyiminizle mi geliştirdiniz?

Öncelikle kıymetli değerlendirmeniz ve Burgaç üzerine yaptığınız bu dikkatli okuma için teşekkür ederim. Bir yazar için, eserinin temel metaforunun okur tarafından böylesine isabetli bir şekilde karşılık bulması gerçekten çok değerli.  Sorunuza gelecek olursam… Hayır, yazmak konusunda herhangi bir akademik eğitim almadım. Yazıyla olan bağım tamamen kendi merakım, deneyimlerim ve içsel arayışlarımla şekillendi. Uzun yıllar boyunca sosyal mecralarda; sosyal, kültürel ve düşünsel konular üzerine yazılar yazdım. Birçok platformda felsefi ve kültürel tartışmalara katıldım, farklı bakış açılarıyla karşılaştım. Bu ortamlar benim için bir tür okul niteliği taşıdı; hem düşünme biçimimi hem ifade tarzımı geliştirdi. Zamanla şunu fark ettim: Yazdığım metinler yalnızca geçici bir paylaşım olarak kalmasın, daha bütünlüklü bir yapı içinde anlam bulsun istedim. “Neden bunları bir kitaba dönüştürmeyeyim?” sorusu zihnimde giderek güçlendi. Böylece üç yıl kadar önce bir yolculuğa çıktım. Başta sadece düşünce notları ve kısa metinlerken, bu birikim gittikçe bir romanın iskeletine dönüştü. Sabırla, defalarca yeniden yazarak, eksiltip çoğaltarak, sonunda Burgaç ortaya çıktı. Benim için bu roman, hem yazma serüvenimin bir sonucu hem de kendi iç dünyamla hesaplaşmanın bir yansıması oldu.

Bana göre her eser bir ihtiyaçtan doğar. Her yazarın da bir yazma amacı olduğuna inanan birisiyim. Sizin için yazmak ne anlama geliyor?

Bana göre yazmak, bir şeyleri kanıtlama çabasından çok, yazarın kendini tamamlama serüvenidir. Her yazar, yazmaya başlarken aslında bu içsel ruh hâliyle hareket eder. Yazmak, temelde okuyucuya bir şey öğretmek ya da yönlendirmek için yapılmaz; aksine, kişinin kendini ve yaşadığı dünyayı anlama, çözümleme ve sürekli sorgulama sürecidir. Yazar, yazdıkça hem kendine yaklaşır hem de hayatın anlamını arar.

Romanınızda Anna, acının en iyi dost olduğunu ve onunla yüzleşmeden dizginlenemeyeceğini söylüyor. Bu bakış açısından hareketle sormak isterim: Acı gerçekten bir dost mudur?

Hayır, acı bir dost değildir; tam aksine, acı çoğu zaman bir düşmandır. İnsanın en ilkel güdülerinden biri olarak bir tür korunma refleksini temsil eder. Ancak kişi acının kontrolünden çıktığında gerçek anlamda özgürleşebilir. Acıya teslim olduğunuzda, ilkel yanınıza yenik düşersiniz. Oysa acıyla yüzleşmek, onunla hesaplaşmak demektir. Acıyı dizginleyebildiğiniz ölçüde gerçek kişiliğiniz ortaya çıkar; dizginleyemezseniz, kontrolü ele alan acı sizi yönetmeye başlar. Romanımızın kahramanı da tam olarak bunu yapmaya çalışıyor: acıyla savaşarak, onu dizginleyebildiğini ve kendi benliğini yeniden inşa edebildiğini kanıtlamaya.

Mahir, kitaptaki duygusal ve içsel çatışmaları yaşayan ana karakterlerden biri. İç dünyasındaki çatışmalarıyla, kitap kurdu oluşuyla, sevgisiyle dikkat çeken biri.  Mahir, cezaevinden sonra bayağı değişiyor. Özgürlüğü artık siyasal bir olay değil, evrensel bir eylem olarak görüyor. Bu zor soruyu ben de size sormak isterim: Sizce özgürlük nedir?

Dikkat ederseniz, her siyasal düşünce özgürlük vaat eder; sağ ya da sol fark etmez. Ancak özgürlük, ideolojik bir kalıp içerisinde gerçekleşebilecek bir durum değildir. Tam tersine, gerçek özgürlük ancak bu kalıpların dışına çıkabildiğinizde, yani ideolojik akımların etkisinden kurtulduğunuzda ortaya çıkar. Hiçbir düşünce sistemi veya ideoloji kişiye özgürlüğü sunamaz; çünkü özgürlük, bireyin kendi algısını özgürleştirdiği anda açığa çıkan bir durumdur. İdeolojiler özgürlüğü vadeder gibi görünse de çoğu zaman bireyi farkında olmadan bir tür esarete davet eder. Bu nedenle, belirli bir düşünce çerçevesi içinde özgürlük aramak aslında boş bir arayıştır. Özgürlük, aidiyetin sınırlarını aştığınız, kendinizi düşünsel kalıplardan bağımsızlaştırdığınız anda gerçek anlamıyla var olabilir.

Romanınızda İlhan’ın babası, her insanın içinde bir Tanrı taşıdığını ve bu manevi değeri yüceltirken kimseyi incitmemek gerektiğini vurguluyor. Ancak bu güzel fikrin toplumsal ilişkilere tam anlamıyla yansıtıldığını söylemek bugün pek mümkün değil. Sizce eksik olan ya da yanlış yapılan nedir?

Bana göre, dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayın, yaşam büyük ölçüde öfke üzerine inşa ediliyor. Bunu din aracılığıyla da, ideolojiler yoluyla da beslemeye çalışıyorlar. Öfkenin hâkim olduğu bir dünyada ise sevgi giderek etkisizleşiyor. Bu durum yalnızca dünya görüşleri açısından değil, bireysel ilişkilerde bile hissediliyor. İnsanlık hayata sevgiyle değil, öfke üzerinden bakıyor.Sevgi ne zaman ortaya çıkıyor? Genellikle hukuksuzluklara maruz kaldığımızda, kendimizi savunma ihtiyacı hissettiğimiz anlarda. Fakat bu da geçici bir durum. Hukuksuzluk ortadan kalktığında, öfke yeniden kontrolü ele alıyor ve yaşama yine öfkeyle bakmaya devam ediyoruz. Bu yüzden empati yapmakta, haksızlığa uğrayanı ya da acı çeken birini anlamakta zorlanıyoruz – ta ki aynı durumun bizim başımıza gelmesine kadar. Peki çözüm ne, bundan nasıl kurtuluruz? Dünyayı bir bütün olarak algılamadığımız sürece bu anlayış yeryüzünde varlığını sürdürmeye devam edecektir. Ne zaman dünyayı parçalar hâlinde değil de bir bütün olarak kavrarsak, işte o zaman sevgi öfkenin yerini alır ve hâkimiyet kurabilir.

“Burgaç”ta halk ile aydın arasındaki güven sorununu işlerken, bu iki kesimin birbirine güven geliştirmediği sürece toplumsal koşulların değişmeyeceğini söylüyorsunuz; bu güven eksikliğinin ülkenin geleceğini nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

Aslında günümüzde bunu açıkça yaşıyoruz; aydın ile halk arasındaki güvensiz atmosfer belirgin biçimde hissediliyor. Sağ ve sol şeklinde bloklara ayrılan sosyal katmanların tamamı da bu aksaklığın bir sonucudur. Aydınlar, ülkedeki sorunları dile getirirken halk ise bu sorunları kabullenmiş, onlarla yaşamayı bir kader hâline getirmiştir. Bu nedenle sorunları çözmeye talip olan aydınlara karşı bir tereddüt oluşmuş, hatta taraflar arasında sanki görünmez bir savaş varmış gibi bir çatışma hâli meydana gelmiştir. Elbette bu durum kendiliğinden oluşmadı. Sistem, özellikle darbeler yoluyla bu ayrışmayı toplumun dokusuna bilinçli bir şekilde yerleştirmiş ve zamanla kurumsallaşmış bir yapıya dönüştürmüştür. Türkiye’de aslında sağ–sol sorunu yoktur; yaşadığımız şey, aydın ile halk arasındaki kopukluğun bir sonucudur. Dikkat ederseniz, sorunlarımızı çözmeye yönelik düşünceler üretmek yerine, o sorunları adeta kimliğimizin bir parçası hâline getiriyoruz. Bu da hem ekonomik hem psikolojik anlamda ciddi bir yıpranma yaratıyor. Güvenin olmadığı bir yerde güçlü bir ekonomi de, sağlıklı düşünebilen bireylerin varlık sürdürmesi de zorlaşmaktadır.

Romandaki psikolojik, politik, teolojik, felsefi sorgulamaların derinliği göz önüne alındığında, bazı bölümler sizi yormuş ya da yazarken durup epeyi düşündürmüş olmalı. Yazarken sizi en çok zorlayan sahne hangisiydi?

Kesinlikle. Anna ile Lilith arasındaki çatışma önemli bir yer tutuyor; ancak bu konuyu fazla açmak istemiyorum. Bunun yorumlanmasını okurun takdirine bırakmayı tercih ediyorum.

Her insanın iyi edebiyatı ve yazarlığı tanımlama biçimi farklıdır; kimine göre yazar, duygulara tercüman olan biridir, kimine göre topluma ayna tutan ya da değişimi tetikleyen bir düşünürdür. Peki, sizce yazar kimdir, onun en temel sorumluluğu nedir ve iyi bir yazarı diğerlerinden ayıran asıl özellik ne olmalıdır?

Her yazar mutlaka iyi ustalardan etkilenir; bu kaçınılmazdır. Ancak bana göre iyi bir yazar, kendi özgürlüğünü koruyabilen yazardır. Gerçek yaratıcılık, yazarın kendini özgürleştirebilmesinde yatar. Daha somut bir örnek vermek gerekirse: Düzenli olarak katıldığım bir felsefe kulübünde özgürlük üzerine bir tartışma yapmıştık ve orada şöyle demiştim: “Saçmalamaktan korkmuyorsanız özgünsünüz. Saçmalamaktan ödünüz kopuyorsa bir noktadan sonra kaçınılmaz olarak taklide yönelirsiniz.” Elbette burada tamamen anlamsız şeyler söylemekten bahsetmiyorum. Kastettiğim şu: Ne hissediyorsanız, ne düşünüyorsanız onu söylemeli, onu yazmalısınız. Çünkü sizi özgün kılacak olan, belki de sizin “saçma” olarak gördüğünüz o kendine has düşüncelerinizdir. Korkmadan ifade edin, korkmadan yazın. Bir yazar, “saçmalama özgürlüğünü” koruyabildiği sürece kendini gerçekten var edebilir. Bana göre iyi yazar, tam da bu özgürlüğün içinde doğar.

Ömer Özyurt’un en sevdiği 5 yazar 5 eser ismini sorsak yanıtı ne olur?

Aslında beğeniyi 5 kitaba sıkıştırmak tabii ki biraz güç olacak, ama şu an aklıma gelenler şu şekilde sıralayabilirim.

George Orwell: 1984.

John Steinbeck: Cennetin Doğusu

Stefano D’Anna: Tanrılar Okulu

Oğuz Atay: Tutunamayanlar

Fyodor Dostoyevski: Suç ve Ceza

Vakit ayırıp sorularımı yanıtladığınız için teşekkür ederim. Eserinizin yolculuğu uzun ve ilham verici olsun.

Ben teşekkür ederim. Umarım Burgaç, okurlar için düşündürücü ve kendi iç yolculuklarında ilham verici bir rehber olur. Yazmak, her zaman bir keşif ve hesaplaşma sürecidir; umarım bu süreç, her okurun kendi dünyasında küçük bir ışık yakar.

Be the first to comment

Leave a Reply

Your email address will not be published.


*