Veli Yalçın: “Gezi yazarı, hem yaşananların tanığı hem de o anları yeniden kuran anlatıcıdır.”

Söyleşi: Aslı Kemal Gürbey

Bugün sizlerle önemli bir yazarla buluşmanın heyecanını paylaşıyoruz. Veli Yalçın, yaşamını ve ilhamını seyahatleri ve gözlemleriyle şekillendiren, aşkla ve insanla iç içe bir hayat sürdüren kıymetli bir yazar. Kendisi, Kalan Yayınları’ndan yeni çıkan “Aşkla Seyahat” adlı eserinde sadece gezi notlarını değil, aynı zamanda insana, doğaya ve sevgiye dair derin düşüncelerini de paylaşıyor. Bugün, bu satırların eşsiz dünyasına adım atarak, onun deneyimlerini ve yaşam felsefesini öğrenme fırsatı bulacağız.

Merhaba Sayın Yalçın. Yeni eseriniz hayırlı olsun. İlk olarak sizi tanımakla başlamak isterim.

Bu söyleşi için size ve kitabı yayımlama inceliği gösteren Kalan Yayınlarına teşekkür ederim. 28 Mart 1962’de Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesine bağlı Küçük Yapalak Köyü’nde doğdum; ancak dedemin 11 Aralık 1963’te yaptığı nüfus kaydıyla resmî tarihim şekillendi. İlkokulu Eskişehir, ortaokul Adana ve liseyi İstanbul’da bitirdim. Sürekli yer değiştirdiğim için ilkokul, ortaokul ve lise arkadaşım yok. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölüm ü’nden mezun olduktan sonra, yine Hacettepe ve Sivas Cumhuriyet Üniversitelerinde sosyoloji alanında yüksek lisans çalışmalarımı sürdürdüm. 1989’da başlayan meslek yolculuğum, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu çatısı altında Sivas’tan Gaziantep’e, Ankara’dan Batman ve Kilis’e, oradan Aydın’a uzanan geniş bir coğrafyayı kapsadı. 2014–2015 yıllarında Aydın Efeler Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü olarak görev yaptıktan sonra 2016’da emekliye ayrıldım. Mesleki örgütlenmelerde aktif görevler üstlendim. Bugüne dek ülkemizin 75 ilini, dünyanın 32 ülkesinde 109 şehri gezdim. Yolun bana fısıldadıklarını; gazete, dergi ve çeşitli internet mecralarında şiirler, gezi notları ve köşe yazılarıyla paylaştım. Halen Aydın Çevre Koruma ve Kültür Derneği (AYÇED)’de yönetim kurulu üyesi ve yayın sorumlusu olarak görev yapıyorum. “Aşkla Seyahat” dördüncü kitabım. Öncesinde şiir kitabım “Kuşlar Su İçti Dilinden”, gezi kitabım “Gezdim Gördüm Yazdım” ve mesleki çalışmam “Sosyal Hizmet Dergileri: 1961’den Günümüze” okuyucuyla buluştu. “Yolda Gördüklerim” ise hazır bekliyor; zamanı geldiğinde yola çıkacak.

“Aşkla Seyahat” isimli eseriniz 50 sayfalık renkli bir baskı; okuması rahat, akıcı ve keyifli. Fotoğraflar da kitaba ayrı bir somutluk ve sıcaklık kazandırıyor. Bu noktada iki şeyi merak ediyorum: Yazmaya ne zaman başladınız? Yazmak konusunda herhangi bir eğitim aldınız mı, yoksa tamamen kendi deneyiminizle mi geliştirdiniz?

Yazmaya yaklaşık on yıl önce bir arkadaşımın önerisiyle başladım. “Madem geziyorsun, gezdiklerini de yaz” demişti. Başlarda bu düşünceye pek sıcak bakmadım; ancak başka arkadaşlarımın da ısrarı olunca kalemi elime aldım. Yazma konusunda herhangi bir eğitim almadım. İlk yazılarım adeta kurum broşürlerini andırıyordu; zamanla hem dilim hem de  anlatımım değişti, gelişti. Yazılarımı eşim ve yoldaşım Candan Yalçın son olarak okuyor ve düzeltiyor. Bol bol okumaya gayret ediyorum ve ülkemiz koşulları düşünüldüğünde ortalamanın üzerinde, oldukça zengin bir kitaplığa sahibim. Kitabım için yaptığınız “okuması rahat, akıcı ve keyifli” değerlendirmesi için de içtenlikle teşekkür ederim. Sağ olun.

Türk edebiyatında gezi yazarlığının gelişiminde hangi yazarlar öncü rol oynamıştır ve bu yazarların eserleri günümüz gezgin ve yazarlarına nasıl ilham kaynağı olmuştur?

Türk edebiyatında gezi yazarlığının gelişiminde Evliya Çelebi, Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim, Falih Rıfkı Atay, Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat ve Mina Urgan gibi isimler önemli bir yer tutar. Anadolulu tarihçilerin öncüleri Herodot ile Strabon’u da anmak gerekir. Bu yazarlar; güçlü gözlemleri, keşif merakları ve derinlikli anlatımlarıyla gezi türünün temelini atmış, günümüz gezgin ve yazarlarına hem içerik hem de üslup açısından ilham vererek bilinçli ve estetik bir gezi yazısı geleneğinin oluşmasına katkıda bulunmuşlardır. Nitekim yaşadığım şehir Aydın için Evliya Çelebi’nin “Ovalarından bal, dağlarından yağ akar” sözü ve Herodot’un “Gökyüzünün altındaki en güzel yeryüzü” tanımlaması, bu geleneğin etkileyici örneklerindendir.

Kitabınızda eşinizle olan fotoğraflar ve “Sosyalizm ve Aşk” başlıklı bölüm dikkatimi çekti. Merak ettiğim şey şu: Veli Yalçın, aşkı nasıl tanımlıyor?

Ben aşkı hem bireysel hem toplumsal bir dönüşüm gücü olarak tanımlıyorum. Aşk, yalnızca iki kişi arasındaki duygusal bir bağ değil; varoluş biçimi, mücadele, idealler uğruna eyleme geçme, değişim ve dönüşüm yaratma isteği olarak ele alınmazsa bir süre sonra anlamsızlaşır.

Aşk; pasif bir his değil, aktif bir duruş, anlamakla başlayan, insanı ve dünyayı kavramaya açılan bir süreç, topluma ve insanlığa uzanan, bireysel sınırları aşan bir değer, direniş, adaletsizliğe ve yalnızlığa karşı içten gelen bir başkaldırı, yeni bir insan yaratma ve yeni bir dünya kurma arzusu, dolayısıyla insanın insanca yaşama düşü olan sosyalizmle yan yana yürüyen bir ideal olarak görüyorum.

“Önce yok et, sonra otur ağla” diyorsunuz. Bu ifade, sadece bireysel bir pişmanlığı değil, aynı zamanda toplumun değerlerde ve hatta tarihle kurduğu yıkıcı döngüyü de çağrıştırıyor. Siz bu sözü hangi bağlamda söylüyorsunuz? Hem kendi yaşamınızda hem de içinde yaşadığımız toplumda “yıkmak” ve “ardından ağlamak” nasıl bir ruh hâlinin, nasıl bir kültürel davranışın işareti?

Önce yok et, sonra otur ağla” sözü; hem bireysel hem de toplumsal düzeyde geri dönüşü olmayan kayıpların ardından duyulan geç kalmış pişmanlık hâlini anlatan yoğun bir ifade.

Bireysel Açıdan

Farkındalığın geç gelmesi Kıymet bilmemek

Duygusal ilişkilerini hoyratça tüketir

Toplumsal Açıdan

Korumadan önce tüketme kültürü Toplumsal duyarsızlık ve alışma

Tepkiyi kayıp sonrası verme

Kültürel Davranış Olarak Kısa vadeli düşünme

Anlık çıkar için, uzun vadeli değerleri feda etmek. Tarih bilinci eksikliği

Estetik ve aidiyet yitimi

Latmos Yazısıyla Bağlantı

Yukarıdaki ana temaları Latmos metninizle birleştirirsek:

Dağlar kazılmış, orman yok edilmiş, köyler boşalmış, kültürel izler silinmiş. Bütün bunlar olurken geniş toplum sessiz.

Sonra gün geliyor, insanlar “Artık geç kaldık” diyerek ağlıyor.

İşte bu tam anlamıyla “Önce yok et, sonra otur ağla” kültürünün yansımasıdır.

Bu söz, bize zamanında sahip çıkmanın, farkındalıkla yaşamanın, tarihi bilincine sahip olmanın önemine parmak basıyor.

Kendimden bahsederken, AYÇED yönetim kurulu üyesi olarak çevre mücadelesine katkıda bulunmamın duyarlılığını ortaya koyan bir yazı olduğunu belirtmek isterim.

Gezi deneyimi, yazarı hem gözlemci hem de anlatıcı konumuna sokuyor. Sizce bir gezi yazarı, yaşadığı deneyimi aktarırken ne ölçüde kişisel sesini ortaya koymalı, ne ölçüde mesafesini korumalıdır?

Bu çok yerinde ve güzel bir soru; gezi yazısının kalbini tam da bu ikilem oluşturur: Yazarın kişisel sesi mi yoksa gözlemci mesafesi mi? Bence başarılı bir gezi yazarı, ikisini de aynı metinde ustalıkla taşıyabilen kişidir. Bunu şöyle açabilirim: Gezi yazarı, hem yaşananların tanığı hem de o anları yeniden kuran anlatıcıdır; bu yüzden kişisel ses ile mesafe arasında bir denge kurmalıdır. Kişisel ses, yazıya duygu, özgünlük ve yaşam katar; okuyucunun mekânı yazarın gözünden görmesini sağlar. Mesafe ise gözlemi berraklaştırır, abartıyı engeller; yazarın gördüğünü olduğu gibi aktarmasına imkân verir. Gezgin hem hissettiğini saklamaz hem de mekânın gerçekliğini gölgelemez.

Evliya Çelebi’den, Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi’ne; Falih Rıfkı Atay’dan Sabahattin Ali’nin yol mektuplarına kadar gezi yazısı hep güçlü bir edebi damar taşırdı. Sizce günümüz gezi yazarları, bu ustaların derin gözlem ve dil işçiliğini mi sürdürüyor, yoksa “hızlı tüketilen içerik” üreticilerine mi dönüştü?

Bugün ise iki eğilim yan yana ilerliyor: Bir yanda hâlâ derin gözlem, kavrayış ve dil işçiliğiyle yazan güçlü kalemler (Nedim Gürsel, Buket Uzuner ve Enis Batur gibi örnekler) var; diğer yanda hız kültürünün etkisiyle “anlık paylaşım” formatına sıkışmış, yüzeysel, tüketilebilir gezi içerikleri üreten geniş bir kesim var. Dolayısıyla sorun gezi yazısının kendisinde değil; dünyanın dayattığı hız ve okur alışkanlıkları her şeyi hızlı tüketilen şeye dönüştürdü. Bu sadece gezi yazılarında değil yaşamımızda da böyledir.

Siz hem yazar hem de bir gezginsiniz. Gezi yazılarınızda insanlara ve doğaya duyduğunuz sevgi, mekânla kurduğunuz duyusal ve kültürel ilişki oldukça belirgin. Bu noktada kavramsal olarak sormak isterim: “Gezgin” kimdir? Bir bireyin gezgin olarak nitelendirilebilmesi için sadece fiziksel hareketlilik yeterli midir, yoksa gözlem, kültürel okuryazarlık, etik duyarlılık gibi unsurlar da bu tanımın ayrılmaz parçaları mıdır?

Gezgin, yalnızca yer değiştiren değil; gördüğünü anlamaya çalışan kişidir. Mekan değişikliği, fiziksel hareketlilik tek başına yeterli değildir. Gözlem, kültürel okuryazarlık, merak ve etik duyarlılık gezginliğin ayrılmaz parçalarıdır. Bu yaklaşımı kitabımda Gerginlik Üzerine Düşüncelerim başlıklı yazımda da daha somut biçimde ifade etmiştim: Gezginlik, bir adımla yapılan bir hareketten çok, bakışın, zihnin ve farkındalığın yolculuğudur. Oysa gerçek gezgin, kendi hikâyesini askıya alabilen, ötekinin hikâyesine alan açandır.

Gezdiğiniz yerler arasında sizin için en özel olan hangisidir ve neden?

İnsan sevdikleri arasında nasıl ayrım yapamazsa, bir gezgin de gördüğü yerleri birbirinden ayıramaz. Her şehir, kendi ruhu, tarihi ve dokusuyla benzersizdir. Yine de örnek vermem gerekirse, Buhara’nın kadim havasını; Venedik’in suyla kurduğu büyülü ilişkiyi; Moskova’da Kızıl Meydan’ın tarihsel ağırlığını ve St. Petersburg’un zarafetini anmadan geçmem haksızlık olur.

Yeni nesil gezginlere ve yazar adaylarına ne gibi tavsiyeler verirsiniz? Özellikle hız kültürünün hâkim olduğu, deneyimlerin çoğu zaman sosyal medya için tüketildiği günümüzde, gerçek bir gözlemci olmak, mekânı anlamak ve bir hikâyeye dönüştürmek giderek zorlaşıyor. Bu bağlamda genç yazarların hem sahici bir gezi deneyimi yaşamaları hem de edebi bir dil geliştirebilmeleri için hangi etik, estetik ve entelektüel tutumları benimsemeleri gerektiğini düşünüyorsunuz?

Kimseye tavsiye verme haddime değil, ama bence en önemli tutum, yola çıkarken önyargılarını çöpe atmaktır. Kimse kimseden üstün değildir. Hız kültürüne kapılmadan, mekânı anlamaya ve deneyimi derinlemesine yaşamaya çalışın. Gittiğiniz yerleri tüketmeyin, insanları ve kültürleri gözlemleyin; etik ve saygılı olun. Not tutun, okuyun, öğrenin, anlamaya çalışın ve dilinizi sabırla geliştirin. Amacınız hızlı içerik üretmek değil, tanıklık etmek olsun; merakınızı koruyun ve yolculuğu her anlamda bir keşif hâline getirin.

Vakit ayırıp sorularımı yanıtladığınız için teşekkür ederim. Eserinizin yolculuğu uzun ve ilham verici olsun.

Bu güzel söyleşi için ben teşekkür eder ve Kalan Yayınları’na başarılar dilerim. Kolay gelsin.

Be the first to comment

Leave a Reply

Your email address will not be published.


*