Derya Demirli: “Tarih sadece yaşananlar değil, hissedilenlerdir. Romanlar da bu hissin dili olmalıdır.”

Söyleşi Aslı Kemal Gürbey

Derya Demirli’nin “Geleceğin Gölgesi Sana Emanet” adlı romanının önsözü çok güçlü ve anlamlı bir ifadeyle yazılmış. Çanakkale Muharebeleri gibi milletimizin tarihindeki en kutsal ve ağır bedellerin ödendiği bir dönemi, bir kadının perspektifinden anlatması, esere ayrı bir derinlik katıyor. Eser tecrübeli bir yayınevi olan Kalan Yayınları’ndan çıktı. Yazarla yeni çıkan eseri ve yazma hayatı üzerine bir söyleşi yaptık. Buyurun söyleşimize…

Merhaba Derya Hanım. Eserinizi beğenerek okudum. Kaleminize sağlık. Sizin kim olduğunuzu okurlarımıza tanıtarak başlamak istiyorum?

Çok teşekkür ederim Aslı Hanım, bu güzel sözleriniz kalbime dokundu. Öncelikle Kalan Yayınları’na ve “Geleceğin Gölgesi Sana Emanet” adlı kitabımın yayımlanma sürecinde emeği geçen herkese gönülden teşekkür ederim. Bu yolculuk, yalnızca bireysel bir yazma serüveni değil; aynı zamanda inanan, destekleyen ve kelimelere yoldaşlık eden güzel insanların emeğiyle örülmüş ortak bir hikâyedir.

Ben Derya Demirli… Öncelikle bir anneyim, sonra bir kadın, bir araştırmacı ve kelimelere sığınan bir yolcuyum. Yazmak, benim için yalnızca kâğıtla kalem arasında geçen bir eylem değil; geçmişin izlerini bugünün ışığında anlamlandırma ve geleceğe bir iz bırakma gayreti.

Hayatın akışında herkes yaşar; ama bazıları yaşadıklarını kelimelerle çoğaltmak, derinleştirmek ister. Ben de bu coğrafyanın acılarını, umutlarını, sessiz kalmış seslerini duyma sorumluluğuyla yazanlardanım. Kısacası; kendimi, Mustafa Kemal Atatürk’ün “olun” dediği o güçlü, bilinçli, üreten geçmişin mirasını taşıyan, bugünün yükünü omuzlayan ve yarına söz söylemekten çekinmeyen bir Cumhuriyet kadını olarak tanımlıyorum.

Bir yerde şöyle bir cümleye rastlamıştım, kaynağını şimdi anımsayamıyorum: ‘Herkes bir gün yazar.’ Bu cümle, yazarlığın yalnızca edebî bir uğraş değil, bir karşı konulamaz bir ihtiyaç, insanın kendini ve çağını anlama çabası, belki de kendini yazıyla ifade etmek zorunda kaldığını ima eder. Sizin yazı serüveniniz ne zaman ve nasıl başladı?

Ne kadar doğru bir cümle… Yazmak, benim için önce bir içe dönüştü. Söyleyemediklerimin ağırlığı, zamanla içimde büyüyen bir sessizliğe dönüştü. Dile gelemeyen cümleler,  gözümde büyüyen sorular, kalbimde kök salan minnet ve hafızamda yankılanan geçmişle birleşince, kelimeler artık sadece bir anlatım biçimi değil; bir varoluş biçimi oldu. Yazmak, bazen içimin yangınını söndüren bir su, bazen de sönmeye yüz tutmuş bir meşalenin yeniden alevlenmesiydi.

Belki de her şey, çocukken dedemden dinlediğim o titrek sesli hikâyelerde gizliydi. O anlatırken sadece bir savaş değil, sanki küllerinden doğan bir halkın yeniden ayağa kalkışını dinliyordum. Her cümlesi, tarihin içinden geçip ruhuma dokunan bir mirastı. O hikâyeler, yıllar sonra içimde bir fısıltıya dönüştü; sonra da usulca kalemin ucuna yürüdü.

Benim yazı serüvenim bir planla başlamadı; bir yol haritasıyla da yürümedi. O, içimin en sessiz köşesinden, zamanı aşan bir çağrıyla doğdu. Belki de yazmak, insanın kendi kalbine dönmesi. Bir hatıra sandığını açmak, yıllanmış acıları ve umutları tek tek eline alıp onlara yeniden isim vermek.

Ve belki de yazmak… Bir tür şifaydı benim için . Bir sızıya merhem, bir kayba isim, bir susuşa ses olmaktı . Kimi zaman geçmişin küllerinden geleceğe uzanan bir köprü ; Kimi zaman kalbin en kırılgan yerinden fışkıran bir hayat kıvılcımı… Evet… Belki de yazmak, insanın kendi sesine kulak verebildiği tek an . Bir dua değil belki ama… Bir iç çekiştir zamana, bir emaneti taşıma biçimidir hayata .

Çanakkale Muharebeleri hakkında pek çok roman ve çalışma var. “Geleceğin Gölgesi Sana Emanet”i yazarken sizi diğerlerinden farklı kılan sanırım akademik kaynaklara ve arşiv belgelerine yönelmeniz olabilir. Bu tarz bir roman yazmak kesinlikle göründüğünden çok daha zor olmalı. Neler söyleyeceğinizi merak ediyorum?

Haklısınız , Çanakkale üzerine yazmak hem büyük bir onur hem de kelimelerin titreyerek dokunması gereken son derece hassas bir zemin. “Geleceğin Gölgesi Sana Emanet”, yalnızca kurgusal bir roman değil; arşiv belgeleriyle, unutulmuş mektuplarla, savaş meydanlarında yankılanmış son cümlelerle ve geride kalan sessizliklerle örülmüş bir belleğin izdüşümü.

Bu romanda kurgudan çok daha fazlası var … Her karakter, gerçek bir insanın hayaline, hatırasına ya da suskunluğuna yaslanıyor. En büyük sorumluluğum ise, bu gerçeklikleri edebiyatın diliyle buluştururken ne tarihî doğruluğu yitirmekti ne de duygunun samimiyetini.

Yazarken defalarca durup iç çektim, bazen yalnızca boşluğa bakarak uzun uzun sustum. Çünkü her satır, geçmişin bize bıraktığı ağır bir emanetti ,  bir gözyaşı, bir yara, ama aynı zamanda bir direniş ve umut izi… Romanın her cümlesinde, tarihle aramda görünmez ama derin bir antlaşma var gibiydi. Ve ben o antlaşmayı bozmayacak bir dille konuşmaya çalıştım. Belki de en çok bu yüzden; bu roman, sadece anlatmak için değil, hatırlamak ve hatırlatmak için yazıldı.

Kitabı okuyanların Elif’i seveceğini hatta rol model alacağını düşünüyorum. Elif karakteri üzerinden kadın bakış açısını ön plana çıkarmanız, Türkiye’de savaş edebiyatı anlatımlarında nadir rastlanan bir perspektif. Genelde erkeklere başrol verilir. Bu tercihiniz, tarih yazımındaki cinsiyet rollerine dair eleştirilerinizle ilişkili midir?

Kesinlikle öyle. Kadınların savaşlardaki rolü çoğu zaman sadece cephe gerisinde bekleyen, dua eden, mektup yazan figürler olarak anlatılır. Oysa gerçek çok daha derindir. Kadınlar yalnızca bekleyen değil; direnen, taşıyan, yazan, unutmayan ve unutturmayanlardır. Onlar, tarihin görünen satır aralarında değil, vicdanında ve hafızasında yaşar.

Ben Elif’i bu görünmeyen tarihsel hafızanın sesi olarak var ettim. O, savaşın yalnızca izleyicisi değil; taşıyıcısı, anlatıcısı ve dönüştürücüsüdür. Elif’in bakışıyla geçmişe dokunmak, yalnızca bir anlatı kurmak değil, aynı zamanda tarih yazımının tek yönlü cinsiyet algılarına sessiz ama derin bir itiraz sunmaktı. Çünkü kadınlar da savaşır; kalemle, inançla, sabırla…

Ben inanıyorum ki bir kadının tanıklığı bazen bir ordu kadar güçlü olabilir. Elif’in yürüdüğü yol, yalnızca kendi kaderine değil, bu toprakların ortak hafızasına da ışık tutuyor. Ve evet, kadınlar yalnızca toplumun yarısı değildir; diğer yarısını da yetiştiren, yoğuran, geleceğe hazırlayan ellerdir. Kadın sustuğunda tarih eksik kalır. Kadın görünmediğinde geçmiş silinir. Elif, işte bu silinmişliğe bir direnç, bir iz olsun istedim.

Roman 319 sayfa. Oldukça sade ve anlaşılır bir dili var. Konusu da kesinlikle dikkat çekici. Çanakkale gibi kutsal sayılan bir mücadeleyi edebi metne dönüştürmek cesaret ve yetenek ister. Tarihin bu ağır yükünü edebi bir forma dökme amacınızı merak ediyorum?

Tarih, çoğu zaman rakamların ve savaşların ardına saklanır. Yıllar, cepheler, zaferler ya da kayıplar arasında insan sesi silinir. Oysa her tarihî olayın merkezinde binlerce kalp atar. Ben bu romanla, o sesi duymak ve duyurmak istedim. Savaşın değil, insanın hikâyesini anlatmak…

Tarihi edebiyatla buluşturmak, yalnızca bir metin yazmak değildir. Bu, geçmişin sessiz çığlığını bugünün vicdanına taşımaktır. Çünkü geçmişin fısıltıları, bugünün kalbinde yankı bulmadıkça gerçek anlamda hatırlanmış sayılmaz. Edebiyat, benim için yalnızca kelimelerden değil; ruh, vicdan ve sorumluluktan örülmüş bir yoldur. Yazarken yalnızca geçmişe değil, bugüne ve geleceğe de seslenmeye çalıştım.

Bu yazdığım, yalnızca bir roman değil… Bir zincirin halkası, Bir meşalenin kıvılcımı, Bir halkın köklü hafızasıdır. Ve şimdi o meşale, SANA uzatılıyor. SIRA SENDE! HAZIR MISIN?

Bu çağrı yalnızca bir okura değil, yüreğinde bu toprağın mayasını taşıyan herkese…

“Geleceğin Gölgesi SANA Emanet” ile başlayan bu yolculuk, şu anda yazım aşamasında olan “İki Adım Arasında Arıburnu” romanıyla devam edecek. Ardından, ileriki projelerimde yer alan Seddülbahir ve Anafartalar cephelerine adım adım uzanacağız. Bu yalnızca bir roman serisi değil; bir milletin küllerinden doğuşunu, Çanakkale’de yakılan bağımsızlık ateşinin Cumhuriyet’le nasıl taçlandığını anlatan bir ruh yolculuğu olacak.

Bugün geldiğimiz noktada, Cumhuriyet’e hepimizin borcu var. Artık sadece anmak değil, anlamak zorundayız. Çünkü tarih yalnızca tekrar etmesin diye yazılmaz; fark edilsin, hissedilsin ve korunsun diye anlatılır.

Cumhuriyet’e ses vermek için, benim elimden gelen yazmak ve anlatmak. Peki ya senin elinden gelen ne? Bugün, şimdi, tam da bu an… Yarın çok geç olmadan. Biraz da bu soruların sorgulamasının yapılmasını istedim.

Romanınızda Mustafa Kemal Atatürk’e ve silah arkadaşlarına duyulan minnet güçlü bir şekilde vurgulanıyor. Ancak günümüzde genç kuşakların Atatürk’ü sadece resmi törenlerde anılan bir figür olarak görmeye başladığı, onun düşünsel mirasını yeterince kavrayamadığı yönünde eleştiriler var. Sizce gençler Atatürk’ün tarihsel rolünü ve fikirsel derinliğini gerçekten anlayabiliyorlar mı, yoksa mirasını yüzeysel bir sembole indirgeme tehlikesiyle mi karşı karşıyayız?”

Ne yazık ki, günümüzde Atatürk’ü yalnızca resmî günlerde kürsülerden okunan nutuklarla anmak, onun eşsiz mirasını anlamaktan çok uzak bir tutum. O, bir takvim yaprağında duran isim değil; bir milletin aklına ve kalbine kazınmış bir düşünce sistemidir. Atatürk, yalnızca bir asker ya da bir lider değil; bir çağın öncüsü, karanlığa tutulmuş ışıktır. Onun vizyonu; savaş meydanlarında değil, okullarda, üniversitelerde, kadınların özgürce yürüdüğü sokaklarda, laboratuvarlarda, tarlalarda, fabrikalarda yaşam bulur.

Bugünün gençleri eğer Atatürk’ü yalnızca bir fotoğraf karesinden ibaret sanıyorlarsa, bu sadece onların değil, bizlerin de eksikliğidir. Çünkü O’nu anlatmak, yalnızca tarih dersine sığdırılamayacak kadar derin, yalnızca anıt önlerinde saygı duruşuna indirgenemeyecek kadar büyüktür. Gençlerin, bu fikirsel derinliği kavrayabilmesi için, Atatürk’ü yeniden ve yeniden anlatmamız gerek. Üstelik yalnızca kelimelerle değil; sanatla, edebiyatla, yaşam tarzımızla, duruşumuzla…

Ben “Geleceğin Gölgesi SANA Emanet”te tam da bunu yapmaya çalıştım. Bu kitap, yalnızca geçmişe bir saygı duruşu değil; geleceğe uzanan bir sorumluluk çağrısıdır. Çünkü Atatürk’ün bıraktığı o büyük meşale, yalnızca hatırlanmak için değil, taşınmak için vardır. Ve biz onu ne kadar karanlıkla kuşatılmış olsak da taşıyacağız, çünkü biliyoruz ki onun ışığı hâlâ yolumuzu aydınlatıyor.

Atatürk’ü yaşatmak, onu anlatan kitaplar yazmakla değil, o kitapların taşıdığı ruhu hayatın her alanına taşımakla mümkündür. Ben yazarken bir kahramanı değil, bir ideali diriltmeye çalıştım. Ve inanıyorum ki o ideal, bu ülkenin genç yüreklerinde sessiz ama sarsılmaz bir inançla hala  yanıyor. yalnızca doğru dokunuşları bekliyor.

Günümüzde raflarda yerini alan tarih romanlarını bazıları abartılı bulurken bazıları ise beğendiğini söylüyor. Siz nasıl buluyorsunuz?

Tarih romanları, geçmişin taşlarını bugünün elleriyle yeniden örmektir. Her dönemin anlatı dili farklıdır elbette; ama değişmeyen şey, yazarın hakikate olan borcudur. Bazen bir kelimeyle bir çağın ruhu canlanır, bazen bir cümleyle bir halkın gözyaşı akar satırlardan. İşte o noktada yazarın sorumluluğu başlar: Gerçeği eğip bükmeden anlatmak ama aynı zamanda onu kuru bir olaylar zincirine indirgememek…

Abartı, hakikatin üstünü örten bir sis bulutuysa, zararlıdır. Ama bilinçli bir biçimde, duyguyu derinleştirmek, okuyucunun yüreğine dokunmak için kullanıldığında, metne can katabilir. Yani mesele, tarihi gürültülü bir sahneye dönüştürmek değil; o sessiz anların içindeki çığlıkları, fısıltıları, duaları duyurabilmektir.

Ben kendi romanımda belgeye, bilgiye ve arşive dayalı bir sadakatle ilerledim. Ama bununla yetinmedim; o belgelerin arkasında suskun kalmış duyguları da aradım. Çünkü bana göre tarih yalnızca neyin, ne zaman, nasıl olduğu değildir. Tarih aynı zamanda, bir annenin bekleyişi, bir askerin vedası, bir çocuğun unutmamak için tuttuğu nefesidir .

Yani kısaca söylemek gerekirse, tarih sadece yaşananlar değil, hissedilenlerdir de. Romanlar da bu hissin dili olmalıdır.

Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Okurunuz bol olsun.

Ben teşekkür ederim Aslı Hanım. Bu söyleşi, romanımın taşıdığı emaneti daha çok kalple buluşturmak adına kıymetliydi. “Geleceğin Gölgesi Sana Emanet” diyorum, çünkü her okur bu zincirin yeni halkası olabilir. Bu sadece geçmişin hikâyesi değil; bizim geleceğe taşıyacağımız bir meşaledir.

Okuyan, hisseden ve sahip çıkan herkese selam olsun.

Sevgiyle,

Derya Demirli

Be the first to comment

Leave a Reply

Your email address will not be published.


*