
Kaan Göktaş: “Anayasa yazmak bir sanat olmalı, bir kolektivite gerektirmeli, bir uzlaşının, bir temsiliyetin eseri olmalı.”
Söyleşi: Aslı Kemal Gürbey
Kaan Göktaş ismini son romanı Korkak Yeni Dünya ile duymuştum. Distopik roman seven biri olduğum için Korkak Yeni Dünya’yı soluksuz okumuştum. O kitapta fark ettiğim şey Göktaş’ın soyutlama becerisi idi. Sanırım “beceri” demek de göstermek istediğimi tam tarif etmiyor. “Düşünme sitili”, söylemek istediğime daha yakın. Göktaş’ın düşünme stili her yerde karşınıza çıkacak türden bir stil değil. Sanat ve edebiyatta bu stili bulursunuz fakat en çok filozoflarda bu düşünme stili vardır. Platon’un idealar öğretisi, Aristo’nun metafiziği, Kant’ın evrensel ahlak yasası, Heidegger’in varlık ve zamanı vb. soyut düşünme stilinin parlak örnekleridir. Soyutlama “varlığı, zaman ve maddesinden sıyırarak düşünebilmek” anlamına gelebilir ancak bana göre bir nimet. Sanatçıyı sanatçı, şairi şair, filozofu filozof yapan kudretli, hayran olunası gizil güç. Göktaş’ın, Kalan Yayınları’ndan çıkan YOKİSTAN Ütopik Bir Türkiye İçin Yeni Anayasa kitabı da hayran olunası bir soyutlamanın örneği. Eseri pür dikkat okudum. Beğendim. Okuyanların da beğeneceğine kuşkum yok. Hani atomu bölen fizikçiler vardır ya, Göktaş da düşünceyi bölen, ileri zamanlı tasarımları düşünmekte zorlanmayan ezcümle zamanın ötesine merdiven çıkar gibi çıkan biri. Böyle yazarlar nadir bulunur. Buyurun söyleşimize…
Merhaba Kaan Bey, size sormak istediğim pek çok sorum olacak. Açık konuşmak gerekirse şiir, roman, öykü yazarları ile söyleşi bolca yapmışımdır ancak buram buram felsefe kokan biri ile söyleşi yapmışlığım nadirdir. Nadir karşılaştığım işler bende heyecan uyandırır ve bu tür işleri severim. Bu nedenle sizinle söyleşi ayrı bir mutluluk benim için. Hakkınızda bir şeyler biliyorum ancak okurlar için kendinizi sizin tanıtmanız daha iyi olacaktır.
Merhaba, öncelikle güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim. 1984 İstanbul Silivri doğumluyum. Asıl mesleğim gazetecilik. Birçok bölgesel, ulusal ve uluslararası medya kuruluşunda çalıştım. Türkiye’nin ilk gölge yazarıyım, yani kendi imzamla yayımlanmış 7 kitabımın yanı sıra onlarca kitapta daha emeğim var. Sevan Nişanyan, Edip Yüksel, Reshad Khalifa gibi yazarlara editörlük yaptım. İngilizce’den dilimize çevirdiğim 5 adet kitap bulunmakta. Akademik olarak Eskiçağ Tarihçisiyim, İstanbul Üniversitesi Hititoloji bölümünde okudum, Hititçe, Latince, Mısır ve Anadolu Hiyerogliflerini okuyup yazabiliyorum. Şu an yurtdışında sürgünde muhalif gazetecilik ve yazarlık kariyerime devam ediyorum.
YOKİSTAN Ütopik Bir Türkiye İçin Yeni Anayasa için öncelikle sizi canı gönülden tebrik ederim. Okurunun bol olmasını samimiyetle istiyorum. Eseriniz bende güzel bir izlenim bıraktı. Platon, Aristotales, Thomas Hobbes, Bodin, Rousseau, Montesquieu’vari bir yazar olduğunuzu düşünüyorum. Sebebine gelirsek bu insanlar birbirinden farklı konularda yazmış olabilirler ama sonunda devlet, politika, kanunlar konusunu incelemişler. Üstelik büyük bir ciddiyetle. Ömrü boyunca bu konulardan kaçan insanlar da var. Bir tarafın kanunlar konusuna önem atfedip ciddiye alması diğer tarafın vurdumduymazlığını nasıl açıklamak gerek?
Estağfurullah, saydığınız isimlerle adımın yan yana anılması bile benim için büyük bir onur. İşin açığı ben Türkiye özelinde konuşmak gerekirse, Anayasa kavramının ve fiilen de Anayasa’nın rafa kalktığını düşünüyorum. Yani bugünkü devlet rejiminde Anayasa artık bağlayıcı bir metin değil. Son olarak Hatay Milletvekili, siyasi rehine Can Atalay’ın serbest bırakılması yönünde en üst yargı organı olan Anayasa Mahkemesi’nin iki defa verdiği karara, bir avuç yargı mensubunun direnmesi ve Anayasa’yı ihlal etmeleri, iktidar temsilcilerinin de buna destek çıkmaları en bariz örnektir. Sanırım özellikle göze sokmak için yapılan bir şey. Anayasa falan hikâye, biz o kadar güçlüyüz ki, artık Anayasa’yı takmıyoruz diyor açık açık adamlar.
Fransız politik yazar Montesquieu’nin kitabının adı “Kanunların Ruhu”. Kitleler; sadece insanların ruhu var diye biliyorlar ancak filozof “kanunların da ruhu var diyor. Siz bu tartışmada nerede yer alırsınız?
Evet, kanunlar hitap ettikleri, bağladıkları toplumlara göre şekillenir. Bu uygarlık tarihinde hep böyle olmuştur. Kanunlar toplumları şekillendirmez, hayır. Toplumun dinamikleriyle, gelenekleriyle, örf ve adetleriyle, inançlarıyla, alışkanlıklarıyla çelişen kanunlar hep kadük kalır. Ufak tefek meselelerde, ne bileyim, kapalı alanda sigara yasağı mesela, çok maraza çıkmaz. İçen yine içer de, içmeyenler de aslında kanunun ya da zabıtanın bilmem kimin yazacağı para cezasından değil, içmeyenlerin hışmına uğramamak için içmez, bir ara formül yaratılır. Ancak toplumun dinamiklerine ters düşen konularda mutlaka kanunun çevresinden dolanmak, açığını bulmak, sessiz bir anlaşmayla göz göre göre çiğnemek yoluna gidilir. Örneğin evlilik sözleşmesinin sadece belediyenin memuru tarafından yapılması, örneğin tarikatların yasaklanması… Dünyanın her yerinde aynıdır bu, mesela Amerika’da bir zamanlar yürürlükte olan alkol yasağı. Ve bir nokta gelir, o kanunlar artık o kadar ezilip geçilmeye, çiğnenmeye başlanır ki, artık devlet otoritesinin ciddiyeti alay konusu haline gelir. Mecburen kanun koyucu, kanunu toplum dinamiklerine uydurmak zorunda kalır. 1925’te çıkan Şapka Kanunu’nun 70 küsür sene uygulanmadıktan sonra 2000’lerde mecburen kaldırılması gibi.
Locke, İngiltere; Bodin ve Montesquieu ise tam bir Fransa aşığıydı. Bana göre kendini seven insanlar paralarını, ülkesini seven insanlar kanunlarını önemserler. Türkiye İçin Yeni Anayasa yazma çabanız da gösteriyor ki siz ikinci taraftasınız. Neler söylemek istersiniz?
Ülkemi seviyorum kuşkusuz. Vatanımı terk etmek zorunda kalıp, sürgünde yaşamak zorunda kalınca bu sevgi daha da arttı. Biraz da yaşlandım sanırım, daha duygusallaştım. Doğup büyüdüğüm semtin futbol takımının atkısıyla gezmek gibi eskiden olsa yapmayacağım şeyler yapmaya başladım. Türkiye için yeni bir anayasa yazma düşüncesi 2000’lerin ilk yıllarından beri kafamda vardı, şu anki mevcut devlet rejiminin ilk yıllarında başlayan “yeni bir anayasa yapalım, 80 Anayasası’ndan kurtulalım” söylemleriyle paralel gelişen bir düşünceydi. İnternette Sevan Nişanyan’ın, Ali Nesin’in, Edip Yüksel’in, daha birçok aydının yer aldığı tartışmalara katıldım, o zamanlar yazdığım bir gazetedeki köşemde yazı dizisi olarak bu kitabın taslağı diyebileceğimiz anayasa fikirlerini kaleme aldım, süreç içerisinde birçok insanla fikir alışverişi yaptım. Tamam yeni bir anayasa lazım, bundan kesinlikle şüphemiz yok ama o anayasa nasıl olsun? Kemalist anayasayı İslamofaşist anayasa olarak yeniden yazmanın pratikte ne anlamı var? Neden Amerika, Kanada, hatta İskandinav ülkeleri gibi alabildiğine bireysel, alabildiğine ademi merkeziyetçi, alabildiğine özgürlükçü bir anayasa yazılmasın?
YOKİSTAN Ütopik Bir Türkiye İçin Yeni Anayasa kitabınızın imza gününde olduğunuzu düşünün. Salonda kitabınızı okuyan yaşlı genç, kadın erkek pek çok okurunuz var. Bir okur ayağa kalkıp size: “Mevcut anayasa yeterli değil mi ki aylarınızı, yıllarınızı yeni bir anayasa yazmaya ayırdınız? Bu iş için ayırdığınız zamanı eğlence ve seyahate de ayırabilirdiniz. Yolunuzu bu kitabı yazmaya çıkaran motivasyon neydi?” Dedi. Yanıtınız ne olurdu?
Evet, mevcut anayasa yeterli değil. 80’lerin köhne baskıcı, gerici zihinlerinden çıkmış köhne bir metin. Gerici deyince hep İslamcılar gelir bizim ülkede akla. Hayır. Kemalistler içinde İslamcılardan daha gerici, İslamcılardan daha tutucu olanlar da vardır. İslamcı işine geldiği noktada bir şekilde düzene ayak uydurmayı ya da belli kuralları kendi çıkarına göre eğip bükmeyi bilir. Bu kadar mezhep, bu kadar tarikat, 1400 yıldır tıkır tıkır işleyen bir hadis ve fıkıh ilmi bunun için vardır, içtihat kapısı hep açıktır. Metnin kendisi zaten bir darbe ürünü. En büyük falso burada. Özgür, demokratik bir topluma hakarettir darbe anayasası ile onlarca yıl yönetilmek. Normali şudur; demokrasiye geçip darbeci paşamları Bodrum’a yazlığa gönderdiğin an değiştirirsin anayasayı. Hayır, bizde öyle olmamış. Albayımın, yarbayımın, paşamın korkusundan kimse ellemeye cesaret edememiş. Zaman için yamalı bohçaya dönmüş. Kendi içinde tutarsızlıklar başlamış. Zamanın ruhunun gerisinde kalmış. Mevcut iktidar iki üç kere ciddi sayılabilecek ölçüde değişiklikler yapmaya çalışmış, bir kısmı paşamcı, öbür kısmı ise salt o iktidarın yapmasını engellemek amaçlı muhalefet ve onların kışkırttığı toplum kesimleri karşı durmuş. Elimizde devekuşu gibi bir şey kalmış, koşsana ben kuşum, e o zaman uçsana, ben deveyim.
Başka bir okurunuz da size şunu sordu: “Kaan hocam kitabınızı beğenerek okudum. Uzaktasınız ama bizleri çok seviyor olmalısınız ki bizler için en iyisi olsun diye çabalayıp bu kitabı yazmışsınız. Ortaya koyduğunuz kanun maddeleri hem insanın içini hem de ufkunu açıyor. Çalışmanız bana, Jule Verne’ye atıfla 40 madde ile devr-i alem yaptırdı. Kitabınızın sonuna geldiğimde ‘evet, bu anayasa maddeleri bizde uygulanabilir’ dedim. Bununla birlikte kitabınızın başlığında yer alan “YOKİSTAN”, “Ütopik” ibarelerine bakınca da karamsarlığa kapıldım. 40 madde ile devr-i alem bizim toplum için belki de sanıldığı kadar uzak değildir. Sizinki gibi öncü eserler çoğaldıkça, üzerinde tartışmalar yapıldıkça bir bakmışsınız gerçeğe dönüşmüşler.” Dedi. Bu güzel soruya yanıtınız ne olurdu?
Bir yandan bakınca bu anayasa maddeleri olması gerekenlerdir, asgari standartta modern bir toplumun sahip olması gereken maddelerdir, bir gram aşağısı düşünülemez. Diğer yandan ise bu anayasa olabildiğine ütopik ve gerçeğe uzaktır. Zira bütünüyle okuduğunuzda, devletin, özellikle de merkezi yönetimin yetkilerini kıstığını, küçülttüğünü, görevlerin neredeyse tamamını yerel yönetimlere yüklediğini, düşünce ve ifade özgürlüğü bakımından sınırsıza yakın olduğunu görürsünüz. Bugün devleti yönetenler bunu istemez. Bana kalırsa, bugün devleti yönetenler bırakın özgürlükçü olmasını, bir anayasa dahi istemez. Aynı şekilde karşı mahalle de, yani Atamcı, paşamcı güruh da bunu istemez. Mesela ifade özgürlüğüyle ilgili maddelere bakalım; sen karşı mahallenin kutsalına, ne bileyim, Allah’ına, peygamberine, kitabına şeyhine hocasına laf edebileceksin ama onlar da senin Atana, paşana istediğini söyleyebilecek. Hemen başlar “ama manevi zarar aman efendim benim özgürlüğümün başladığı yerde seninki biter, olur mu hiç öyle şey şimdi ben senin anana küfretsem hoşuna mı gider yani?” teraneleri.
Pek çok konuda özgürlükleri alabildiğine genişletmişsiniz ama otoriteyi de bütünüyle ortadan kaldırmamışsınız. Rasyonelden ayrılmama fikrinizi sevdim. Bana göre bunun aksi irrasyoneldir. Milyonlarca insandan oluşan bir toplumda düzenlilik, devamlılık, sürdürülebilirlik için otoriteye de ihtiyaç var. Neler söylemek istersiniz.
Ütopik bir anayasa ya da özgürlükçü bir metin dediysek masal demedik elbette. Otorite var ama ne için var? Birincisi; sistemin işlemesi için var. Kanunları işleten bir düzen olmadıktan sonra kanunların bir anlamı kalmaz, kaos çıkar. Bunu sadece yasaklar ve yasaklara uymayanları cezalandırma mekanizması olarak görmeyin. Tam aksine, düşünce ve ifade özgürlüğünü, sabahın altısında evini polis basıp malına mülküne el konulmaması güvencesini, serbest piyasayı, kanunlar önünde eşitliği sağlamak için otorite şarttır. İkincisi ise kapitalizme dayalı bir düzende sivil toplumun, kar amacı gütmeyen eylem ve hedeflerin varlığını korumak ve sürdürmek için şarttır.
Yazın dünyamızda aşk, ihanet, ayrılık konularında şiir, roman, öykü türünde eserler çok yaygındır. Fakat siz endemik bir tür olan politik yazarlığı, Hobbes, Locke, Bodin, Montesquieu gibi politik düşünür olmayı seçmişsiniz. Politik düşünceye karşı heves ve merakınız nereden geliyor?
Benim mesleğim, başlangıçta da belirttiğim üzere gazetecilik. Ortaokul yıllarımda yaşadığım kasabada bir yerel gazetede yaz aylarında ve hafta sonu tatillerinde fotoğraflar çekip, ne bileyim haftalardır çöpleri toplanmayan sokağı ya da kasabanın amatör takımlarının toprak sahadaki maçlarını haber yaparak başladım. Kısa sürede yükseldim. Taşralarda yerel basının iki ayağı vardır; spor ve siyaset. Yerel gazeteleri bu iki konuya ilgi duyanlar okur. Siyaset, daha doğrusu kısır kasaba siyaseti spora da etki ettiğinden, ben siyaset konusunda uzmanlaştım. Türkiye’nin neresinde olursa olsun, taşra siyasetinin dinamiklerini gözü kapalı bilirim, dile kolay 20 seneyi geçti, sanırım 25 sene oldu. Tabi kasaba siyaseti kısır, belli kalıplara mahkûm, her şeyden önce kasaba siyasetçisi dediğimiz kitle cahil, eğitimsiz, vizyonsuz, ego mastürbasyonu peşinde koşan insanlar topluluğu, milyonda bir içlerinde vizyoner, kültürlü biri çıkar. E ben dünyadaki trendleri takip ediyorum, 5 dil biliyorum, boyları kadar kitap yazmışım, evde 5 bin kitaplık kütüphanem var. Kendimi o küçük insanlar topluluğuyla sınırlandırmadım. Felsefe okudum, tarih okudum, sosyoloji okudum. İyi bilirim siyaseti.
Yeni bir anayasa yazmak bana göre hiç de göründüğü gibi kolay değil. Hatta büsbütün zahmet gerektiren, meşakkatli, açmazları bol bir yola girmek. Bu kitap için çok emek verdiğinizi tahmin edebiliyorum. Yazma sürecinizi, özellikle sizde iz bırakan yüzleştiğiniz güçlükleri anlatır mısınız?
Evet, yıllar süren bir çalışmanın, bir birikimin eseri bu kitap. Biraz yukarıda bahsetmiştim, 2000’lerin başında başlayan bir çalışma aslında. Türkiye’de “yeni anayasa” tartışmaları başladığından beri devam eden bir çalışma. Tamam, yeni anayasa yazılsın, hayhay, ama nasıl yazılsın? Şimdikini kırmızıdan yeşile boyayıp yeni diye mi sunalım yoksa gerçekten yeni mi olsun? Zaman içinde maddeler çok değişti. Örneğin ilk taslaklarında ordu ile ilgili sansasyonel maddeler de vardı. Günümüzde devasa insan gücüne sahip bir orduya gerek var mı? Yoksa silah teknolojisi ve silah gücü daha mı önemli? Veya İsviçre örneğindeki gibi “batmasına izin verilemeyecek kadar” güçlü bir ekonominiz olsa, ordunun yerine geçer mi? Zaman içinde birçok madde tartışma konusu, daha doğrusu öncelik oldu. Diyanet kurumu, düşünce ve ifade özgürlüğü, ceza kanunları, serbest piyasa vb. Son taslağını 2022 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra verdim. Yerel yönetimlerle ilgili kısımlarını eski Silivri Belediye Başkanı Özcan Işıklar’a okuttum. Çok dolu dolu bir insandır, akademik geçmişi vardır, asla bir taşra siyasetçisi değildir, standart bir ilçe belediye başkanına üç gömlek büyük gelir. Bilfiil 10 yıl belediye başkanlığı, ondan önce başkan yardımcılığı, başkan danışmanlığı vs. yaşım kadar tecrübesi de var. Yerel yönetimlerle ilgili bazı maddelerin fiiliyatta uygulanabilirliği ve pratik zorlukları konusunda yol gösterdi. Kitabın genelini Sevan Nişanyan okudu. İşin açığı ona çekinerek, korkarak gösterdim. İki üç gün sonra “eleştirecek pek bir şey bulamadım” diye geri dönmesi sanırım yazarlık hayatımda aldığım en büyük övgüydü. Elbette sonra detaylı okuyup birçok şerh düştü, bazı maddelere ya da cümlelere itirazlar etti, üzerinde düşündüm, tartıştık. Bazı maddelerde hak verdim, değiştirdim, bazı maddelerde direndim. Aynı zamanda kitabın isim babasıdır da Sevan. Yokistan ismini “ütopya” kelimesine karşılık ben uydurdum sanıyordum, o kadar kendimden emindim. Thomas Moore’un “Ütopya Ülkesi” var ya hani, işte ona Türkçe karşılık olarak “Yokistan”. Kitabın içeriğini bitirdik, ismini ve kapağını tartışmaya başladık, Sevan bu ismin ciddi bir anayasa taslağına yakışmayacağı konusunda ısrarcı oldu, ben de laf arasında ismi benim uydurduğumu söyledim. Meğer öyle değilmiş, seneler önce Sevan Nişanyan’ın “Yokistan Ülkesi” üzerine benzer yazıları varmış, oradan aklımda kalmış. Ancak ben ismi çok sevdim, işin açığı biraz da kitabın çok ciddi bir izlenim bırakmasını istemedim belki. Çünkü sonuçta ben bir hukukçu değilim, anayasa hukukçusu hiç değilim. Anayasa yazmak bir sanat olmalı, bir uzmanlık, daha doğrusu bir kolektivite gerektirmeli, bir uzlaşının, bir temsiliyetin eseri olmalı. Ben oturup tek başıma yazdım bunu. Bu yüzden anayasa kavramının kendisine olan saygımdan ötürü, hiç değilse isminde biraz mizah payı kalsın ki, olduğundan fazla ciddiye alacaklara da bir açık kapı bırakayım istedim. En büyük zorluğu cezaevleri ile ilgili maddeler konusunda yaşadım. Bana kalsa cezaevleri birer “ceza” evi değil, rehabilitasyon ve topluma geri kazandırma merkezi olmalı. Ne bileyim, en yüksek hapis cezasının bir sınırı olmalı, cezaevlerinin şartları çok fazla iyileştirilmeli, oraya suçlu giren topluma kazandırılıp yeni bir hayata başlamalı falan. Ama hayal tabi. Pratikte asla oluru yok. Az önce sizin de bahsettiğiniz rasyonellik ilkesiyle taban tabana çelişiyor. Bu yüzden bunlarla ilgili maddeleri sildim attım.
Bir dönem hâkimlik yapmış, sonra serbest avukatlığa geçmiş, babası da hukukçu olan bir tanıdığım var. “Yasaları ne siviller, politikacılar; hukukçular yazmalıdır” fikrinde. Hatta bu konuda tanıdığım en katı görüşlü kişi. Bu tartışmada nerede yer alırsınız?
Kesinlikle katılıyorum. O yüzden benim yazdığım metin bir anayasa taslağı değil, anayasa taslağı önerisi. Bir hukukçu, hele ki anayasa hukukçusu gözüyle bakıldığında eksikleri, hataları, kendi iç çelişkileri vardır mutlaka. Bu fikrin mutlak doğruluğuna yukarıda zaten siz sormadan değinmiştim. Sadece hukukçular yazmakla kalmamalı, farklı görüşlerdeki hukukçular bir araya gelerek yazmalı; İslamcı hukukçular, dinsiz hukukçular, Türk hukukçular, Kürt hukukçular, Kemalist hukukçular, sosyalist hukukçular, liberal hukukçular vs. Her madde gerekirse defalarca baştan tartışılmalı, yazılıp bozulmalı. Spesifik uzmanlık gerektiren maddelerde, örneğin ekonomi, örneğin yerel yönetimler, örneğin ceza hukuku, örneğin askeriye, o konudaki uzmanların görüşleri alınmalı. Çünkü çoğu zaman teoriyle pratik örtüşmez. Diyanet lağvedilsin, vakıfa dönüştürülsün tamam bu çok kişinin aklına gelir, oturur bunu anayasa maddesi olarak yazarsın ama ya vakıf Ali Hoca’cılar, Veli Hoca’cılar diye ikiye bölünürse ne olacak sorusunun cevabı için hem kollektif akıl, hem uzmanlık, hem pratik tecrübe gerekir.
Anayasanızı başarılı bulduğumu söylemeliyim. Kitabın sayfalarını adeta nefes almadan çevirdim. YOKİSTAN kitabı benden tam puan aldı. Ayrıca kendinize özgü bir düşünme, soyutlama stiliniz olduğunu da söylemek isterim. Diliniz de çok hoşuma gitti. Anayasa gibi ciddi bir konuyu sohbet eder gibi ele almışsınız, bu da sıkılmadan kitabı okumaya büyük katkı yapıyor. Tüm bunları düşününce yazarlığınıza hayran kaldım. Kaan Göktaş bunu nasıl başarıyor?
Çok teşekkür ederim güzel övgüleriniz için. Çok okuyorum, çok yazıyorum, çok konuşuyorum. Hepsi birbirini besliyor.
Yazın dünyasında bilindik bir söz vardır. “Okur talepkârdır” derler. Üretkenliğinize bakınca okurlarınızın sizden yeni eserler geleceğini düşünmesi makul oluyor. Fakat onların merak ettiği sıradaki çalışmanın mahiyetinin ne olacağı. Yeni eser roman mı, politik bir çalışmamı olacak? Ve ayrıca okurlarınıza bir süre verebilir misiniz?
Ben gazetecilik ve gölge yazarlık mesleklerini bir arada yürüttüğüm için aslında her gün bir şeyler yazıp üretiyorum. Bunların bir kısmı sosyal medya gönderisi olarak, bir kısmı haber olarak, bir kısmı başkasının imzasıyla basılı eser olarak, bir kısmı kendi imzamla kitap olarak yayımlanıyor. Bir önceki kitabım Korkak Yeni Dünya distopik bir bilimkurgu romanıydı. Kontrolden çıkan pandemik bir hastalığın dünya düzenini ve insanlığı getirdiği yeni durumu anlatıyordu. Henüz 3-4 ay önce yayımlandı. Yani arka arkaya iki kitap yayımlamış oldum. Ama ondan bir önceki kitabım Kırmızı Cumartesi, merhum Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin öldürüldüğü günü anlatan bir belgeseldi ve 2016 yılında basılmıştı. Yani son kitabımla sondan bir önceki kitabım arasında 3 ay, ondan öncekiyle ise tam 7 yıl var. Şu an kafamda epey geriye gidip, ilk kitabım olan Kuran Açısından Evrim Teorisi’ni yeniden yazmak var. Yeniden basmak değil, yeniden yazmak. Çünkü o kitabı yazarken tamamen farklı bir inanç ve düşünce yapısındaydım. Her şey gibi insanların düşünceleri, inanışları da zamanla değişim gösterir, bu değişen her şey gibi normaldir, olağandır hatta olması gerekendir. O kitabın dili şu an baktığımda hem çok amatörce, hem de inanç olarak şu an bulunduğum noktaya çok uzak. Seküler bir dille ve bakış açısıyla tekrar yazılması gerekiyor. Zira değindiği konu çok iyi olmasına rağmen bana göre hakkı verilmemiş bir kitap. Piyasada da baskısı kalmadı zaten. Yine yıllar önce yazıp bitirdiğim ama hiç yayımlanmayan, bugün bir son okumaya ve epey düzeltmeye ihtiyaç duyan bir belgesel kitabım daha var, onu yayımlamak da planlarım arasında.
Yeni bir anayasa yazabilmek her insanın kârı değildir. Buna girişmek ciddi bir birikim ister. Sizde bu birikimin mevcudiyetini çevirdiğim sayfalarda birebir gördüm. YOKSİTAN’ı okuduğum için mutluyum. Anayasa gibi hepimizi ilgilendiren bir konuda kafa yormanızı, en iyiyi bizler için araştırmış, yazmış olmanızı takdirle karşılıyorum, kendi adıma size teşekkür ediyorum. Söyleşiyi sonlandırırken kitabınızla ilgili özellikle söylemek istediklerinizin olup olmadığını da merak ediyorum.
Güzel sözleriniz için teşekkür ederim, umarım okurlarım da sizin kadar beğenirler. Bir gün Yokistan’da hep beraber yaşamak hayaliyle…
Değerli vaktinizi bana ayırdığınız için teşekkür ederim. Okurunuz bol olsun.
Leave a Reply