
SÖYLEŞİ: Aslı Kemal Gürbey
Modern çağın en büyük savaş alanı neresidir, diye sorulsa yanıtlar değişkenlik gösterir. Murad Özen’e göre o alan, insan beynidir. Murad Özen’in BeyinSizOl! adlı eseri, bilimsel verilerle kadim bilgeliği harmanlayarak okuyucuyu zihinsel bir yolculuğa davet ediyor. Beyni yalnızca biyolojik bir organ olarak değil, aynı zamanda dışsal etkilerle şekillendirilebilen bir varlık olarak ele alan bu çalışma; travmalar, zihinsel manipülasyonlar, otoimmün hastalıklar ve nörolojik çözümler arasında köprüler kuruyor. Felsefi bir derinliğe, disiplinlerarası bir bakışa ve pratik farkındalık önerilerine sahip olan BeyinSizOl!, düşüncenin gerçek sahibinin kim olduğunu sorgulamak isteyenler için bir çağrıdır.
Merhaba Murad Bey. Yeni eseriniz hayırlı olsun. Evvela kim olduğunuzu okurlarımıza tanıtarak başlayalım. Murad Özen kimdir?
“Teşekkür ederim, var olun.
Murad Özen, kendini tanımlarken uzun cümleler kurmayı sevmeyen, kendini anlatmaya çalışırken bile kendini aramaya devam eden bir yolcudur. Mesleki olarak Kimya mühendisliği eğitimi almış, yönetici pozisyonlarında bulunmuş, ama hayatın özünü anlamak adına insana ve varoluşa dair sorular sormaktan hiç vazgeçmemiş, 49 yaşında bir insanım. Yazma serüvenim de bu arayışın bir parçası olarak doğdu aslında.
Evli ve Allah bağışlarsa biri kız, diğeri erkek olmak üzere iki evlat sahibiyim. Ben kimim sorusu, belki de hayatın en zor sorusu ve cevabı da sabit değil. Her yaşadığımız tecrübe, aldığımız nefes, kalbimizi acıtan veya umutlandıran her olay bu cevabı değiştiren bir damla gibi.
123 sayfa olan eser, beyin ve işleyişi hakkında aklında soruları olanlar için keyifle okunacak bir eser. Şu 3 soruyu sormak istiyorum: 1) Beyni inceleme fikri nasıl doğdu? 2) Bu eser ne kadar sürede yazıldı? 3) Eserin yazımında yüzleştiğiniz zorluklar neler oldu?
-Beyin, insanın en büyük muamması. Duyguların, düşüncelerin, hayallerin ve korkuların gelip geçtiği bir nehir gibi. Kendimizi anlamaya çalışırken, aslında en çok beynimizle savaş veriyoruz. Bir gün kendime şunu sordum: “Acaba beynimiz bizi doğru mu yönetiyor, yoksa farkında olmadan manipüle mi ediliyoruz da farkında değiliz? İşte bu soru, beynin işleyişini, duygu ve düşünce üretim mekanizmasını anlamak için bir kapı araladı. Çünkü beyin sadece bir organ değil; insanın kendisiyle, hayalleriyle ve yarım kalmış hikâyeleriyle yüzleştiği bir aynadır. Bu aynaya bakmaya cesaret etmek, bu kitabın ilk kıvılcımını yaktı.
– Bu kitabın yazımı yaklaşık bir yılımı aldı. Fakat bu süre, yalnızca kelimelerin kâğıda döküldüğü zamanı ifade ediyor. Aslında insanın beynini anlamaya çalışması, kendini anlamaya çalışması kadar eski bir yolculuk. Kitabın asıl yazım süresi, yaşadığım, düşündüğüm, şahit olduğum ve hissettiğim her anı kapsıyor diyebilirim. Yazarken en çok özen gösterdiğim şey, kitabın bilimsel tarafını kaybetmeden sade, akıcı ve okuyucunun iç dünyasına dokunan bir dille kaleme alınmasıydı.
-En büyük zorluk, beynin karmaşıklığını sadeleştirirken onu sıradanlaştırmamak oldu. Beyni anlatmak, bir evreni avuç içine sığdırmaya çalışmak gibi. Her duygu, her düşünce, her korku beyinde bir iz bırakıyor, ama biz çoğu zaman bu izlerin farkında olmadan yaşıyoruz. Yazarken, kendi zihin labirentimde de kaybolduğum anlar oldu. Kendi korkularımla, takıntılarımla ve geçmişimin bıraktığı izlerle yüzleşmem gerekti. Çünkü beynin işleyişini anlatmak, insanın kendisiyle de yüzleşmesini gerektiriyor. Bu süreç hem yorucuydu hem de bir o kadar öğreticiydi. Yazarken öğrendim ki, bazen beynimizi anlamak için önce kalbimizi dinlememiz gerekiyor.
Kitabınızda, beyni yalnızca nörolojik bir organ olarak değil; aynı zamanda bir savaş alanı olarak tanımlıyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Teşekkür ederim, bu önemli bir soru.
Beyni yalnızca nörolojik bir organ olarak görmek, onu sadece sinir hücrelerinin, elektriksel impulsların ve kimyasal iletimlerin olduğu bir yapı gibi düşünmek demektir. Oysa beyin, insanın kendiyle en çok savaştığı yerdir. Dışarıdan bakıldığında sessizdir; ama içinde sürekli bir mücadele vardır.
Beyin; korkularımızla cesaretimizi, umudumuzla umutsuzluğumuzu, sevgimizle nefretimizi, hayallerimizle kaygılarımızı karşı karşıya getirir. Geçmişimizin hayaletleriyle geleceğin bilinmezliği beynimizde çarpışır. Kendimizle hesaplaşmalarımız, pişmanlıklarımız, ertelediğimiz kararlarımız beynimizde yankılanır. Bazen bir düşünce gelir, bizi yere serer; bazen bir umut belirir, bizi yeniden ayağa kaldırır. İşte bu nedenle beyin, insanın kendi içindeki ışık ve karanlığın savaştığı bir alandır.
Kitapta anlatmak istediğim tam olarak buydu: Beyin sadece bir organ değil, insanın iç dünyasının savaş alanıdır. Dışarıdan sessiz görünen birçok insan, beyninin içinde fırtınalar kopararak hayatta kalmaya çalışır. Bu kitabı yazarken kendime de sordum: “Beynimdeki savaşlardan sağ çıkabilecek miyim?” Çünkü herkesin beyninde susturamadığı sesler vardır, kontrol edemediği güçler vardır. Aldığımız kararlar acaba ne kadar saf ve doğru, ne kadar baskı altında alınmış?
Tüm kitap boyunca aslında salt beynimize güvenmek yerine onu işgal eden , manipüle eden gizli yapılardan da kurtulmanın çarelerini aradım.
Çağımızın en önemli sorunlarından kanser ve depresyon ile ilgili görüşleriniz de dikkat çekici. Otoimmün hastalıklar, depresyon ve kanser gibi karmaşık rahatsızlıkların zihinsel süreçlerle bağı olduğunu ileri sürüyorsunuz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Teşekkür ederim, bu soruyu sormanız çok değerli.
Elbette kanser, depresyon ve otoimmün hastalıklar yalnızca zihinsel süreçlerden kaynaklanmaz; biyolojik, genetik, çevresel pek çok karmaşık faktör içerir. Ancak insan bir bütündür: Beden, zihin ve ruh birbirinden ayrı çalışmaz.
Depresyon, çoğu zaman sadece bir kimyasal dengesizlik değildir; bastırılan duyguların, ertelenen hayallerin, çözülemeyen iç çatışmaların bedene yansımasıdır. İnsan kendini sürekli baskı altında tutar, acılarını yok sayar, yüklerini taşımak zorunda kalır, sesini çıkaramaz. Zihin sürekli stres ve kaygı altında çalıştığında, vücutta hormonal ve bağışıklık sistemi üzerinde baskı kurar. Bu kronik stres, zamanla bedenin savunma mekanizmalarını zayıflatabilir.
Kanser gibi karmaşık hastalıklar elbette sadece zihinsel süreçlerle açıklanamaz, ama zihinsel süreçlerin bağışıklık sistemi üzerindeki etkileri bilimsel olarak da kanıtlanmış durumda. Otoimmün hastalıklarda ise beden adeta kendine saldırmaya başlar, bu da çoğu zaman insanın kendine karşı hissettiği öfke, değersizlik duygusu ve çözümsüz duygusal sıkışmışlıklarla paralel ilerleyebiliyor.
Benim bu kitapta dikkat çekmek istediğim, zihinsel yüklerimizin bedene yansıyan ağırlığıydı. Kendini ifade edememek, sürekli güçlü görünmeye çalışmak, geçmişin yüklerini omuzlamak, affedememek, kendimizi sürekli bir yarışın içinde bulmak; tüm bunlar zihinde başlayan ama bedende yankı bulan süreçlerdir. Beden, bazen söyleyemediklerimizi ifade eden bir dil haline gelir. Beynimizi de bu yönde manipüle eder.
Bu yüzden, bir hastalığı yalnızca biyolojik tedaviyle değil, zihinsel ve ruhsal yüklerimizi de fark ederek, kendi iç dünyamızı tanıyarak ve yüklerimizi sağlıklı yollarla bırakmayı öğrenerek desteklemek gerektiğine inanıyorum.
Sizin de vurguladığınız gibi, modern bireyin zihinsel özgürlüğüne yönelik tehditler çok artmış durumda. Bu tehditlerin hangileri olduğunu okurlarımız için kısaca özetler misiniz?
Teşekkür ederim, gerçekten çağımızın en büyük sorunlarından biri bu: Zihinsel özgürlüğümüz tehdit altında.
Modern bireyin zihinsel özgürlüğünü tehdit eden unsurların başında sürekli maruz kaldığımız bilgi kirliliği geliyor. Haber akışları, sosyal medya, reklâmlar, sürekli bir şeyleri tüketmemiz için bizi zorlayan görseller ve sesler zihnimizi hiç durmadan meşgul ediyor. İnsan bir konuyu derinlemesine düşünecek kadar sessiz kalamıyor artık.
Sosyal karşılaştırma baskısı da büyük bir tehdit. İnsanlar sosyal medya üzerinden kendilerini başkalarıyla kıyaslayarak kendilerini yetersiz hissediyor, bu da özgür düşünceyi bastıran bir mekanizma haline geliyor. Başkalarının hayatına bakarak kendi hayatımıza karar vermeye başlıyoruz.
Tüketim kültürü, zihinsel özgürlüğün önündeki bir diğer engel. “Daha fazlasına sahip olmalıyım” düşüncesi, insanın kendini gerçekleştirme arzusunun yerini alıyor ve birey kendi değerlerini, neyi neden istediğini sorgulamadan tüketmeye devam ediyor.
Korku kültürü ve belirsizlik de zihinsel özgürlüğü baskılıyor. Gelecek kaygısı, ekonomik belirsizlikler, sosyal istikrarsızlıklar insanları sürekli tetikte ve kaygılı tutuyor. Kaygı seviyesi yüksek bir zihin, özgürce düşünemez; çünkü zihnin enerjisi, tehlikelerden korunmaya yönelir.
Ve en önemlisi, kendimizle kurduğumuz ilişki, zihinsel özgürlüğümüzün temel belirleyicisidir. Sürekli onay beklemek, herkes tarafından sevilmek istemek, hata yapmaktan korkmak, kendi sesimizi kısarak başkalarının beklentilerine göre yaşamaya çalışmak, zihinsel prangalara dönüşüyor.
Çünkü zihinsel özgürlük olmadan, insan gerçek anlamda kendisi olamaz.
“Gerçek özgürlük, düşüncelerimizin sahibi olmakla mümkündür” diyorsunuz. Bu yaklaşımınız Descartes’tan Spinoza’ya, hatta günümüz varoluşçularına kadar birçok düşünürü çağrıştırıyor. Her şeyin ve herkesin bu kadar bağımlı olduğu bir çağda nasıl kendi düşüncelerimizin sahibi olacağız?
Teşekkür ederim, bu bağlantıyı kurmanız beni mutlu etti.
Evet, “Gerçek özgürlük, düşüncelerimizin sahibi olmakla mümkündür.” Çünkü insan, sahip olmadığı bir düşünceyi yaşayamaz; başkalarının beklentileri, dayatmaları ve toplumsal kalıplar içinde kendini kaybeder.
Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım” derken, varoluşumuzun temelinde düşüncenin yattığını vurgulamıştı. Spinoza ise “Özgürlük, zorunluluğu anlamaktan ibarettir” diyerek insanın kendini ve evrenin yasalarını anlamasıyla özgürleşebileceğini söyler. Günümüz varoluşçuları da insanın kendi varlığını kendisinin inşa edebileceğini savunur. Benim bu kitapta dikkat çekmek istediğim de buydu: Özgürlük, kendini tanımadan ve kendi düşüncelerinin sorumluluğunu almadan elde edilemez.
Peki, her şeyin bu kadar bağımlı olduğu bir çağda nasıl kendi düşüncemizin sahibi olacağız?
Öncelikle sessizliğe alan açarak. Sürekli bildirimlerle, seslerle, kalabalıklarla kuşatılmış bir zihin kendi sesini duyamaz. Sessizlik, insanın kendini dinleyebileceği bir alan sunar.
İkinci adım, sorgulamak. Her duyduğumuz, okuduğumuz, gördüğümüz şeyi sorgulamak; “Bu benim düşüncem mi, yoksa bana mı düşündürülüyor?” sorusunu sormak. Toplumun, ailenin, sosyal medyanın bizden beklediklerini, dayatmalarını fark etmek.
Üçüncüsü, korkularla yüzleşmek. İnsan, çoğu zaman düşüncelerini ifade etmekten korktuğu için başkalarının düşüncelerine sığınır. Yalnız kalma, dışlanma, hata yapma korkusu bizi kendi düşüncelerimizden uzaklaştırır. Bu korkularla yüzleşmek, kendimizin olabilmenin anahtarıdır.
Dördüncüsü, tüketim baskısına direnmek. Tüketim kültürü, yalnızca maddi değil, düşünsel bir tüketim de yaratıyor. Her gün yüzlerce fikir tüketiyoruz ama hiçbiri bize ait değil. Kendi düşüncemizi inşa edebilmek için bilgiyi sindirmek, üzerinde düşünmek ve içselleştirmek gerekiyor.
Ve son olarak, kendimize merhamet göstermek. Düşüncelerimizin sahibi olmak demek, hatalarımızın, eksiklerimizin, gelişmeye açık yanlarımızın da sahibi olmak demektir. Kendini sürekli yargılayan bir insan, özgürce düşünemez.
Kendi düşüncemizin sahibi olmak, kolay bir yol değil; ama gerçek özgürlüğün yolu buradan geçiyor. Çünkü bir taş bile yıldız tozundan doğar ve evrenin yasalarına boyun eğer; ama insan, bu yasaları anlamaya çalıştığı anda gerçek anlamda kendisi olmaya başlar.
Kitabınızda modern tıbbın beyin ve zihin konusuna yaklaşımının kapsamlı olmadığını, derinliksiz bulduğunuzu ima ediyorsunuz. Ancak modern tıp, kontrollü deneyler ve kanıta dayalı yöntemlerle ilerlerken; sizin bireysel araştırmalar ve kadim bilgilerle oluşturduğunuz sentezin doğruluğuna inanmak için güçlü kanıtlarınız olmalı. Sizce beyin ve zihin konusunda kadim bilgiler modern tıptan daha ileri bilgiler verebilir mi?
Öncelikle modern tıbbın değerini inkâr edemeyiz. Kanıta dayalı yöntemler, kontrollü deneyler ve sistematik analizler insan sağlığı konusunda ciddi ilerlemeler sağlamıştır. Bunun en somut örneklerinden biri de beyin cerrahisi ve nörolojik tedavilerde gelinen noktadır.
Ancak kitabımda dikkat çekmek istediğim nokta şuydu: Modern tıp, beyni çoğunlukla biyolojik bir organ olarak ele alıyor ve zihin süreçlerini kimyasallar, elektriksel aktiviteler ve patolojiler üzerinden okumaya çalışıyor. Bu gereklidir ama yeterli değildir. Çünkü insan yalnızca biyolojik bir varlık değil, aynı zamanda bilinç, duygu, düşünce ve anlam arayışı taşıyan bir varlıktır.
Kadim bilgiler, insana yalnızca bir “beden” olarak değil, “ruh ve zihin bütünlüğü” olarak bakar. Kadim öğretilerde nefesin, düşüncenin, niyetin, sessizliğin ve anlam arayışının beden üzerindeki etkileri vurgulanır. Bugün modern tıp stresin, kaygının, uzun süreli olumsuz düşüncelerin bağışıklık sistemini zayıflattığını kabul ediyor; bu, kadim bilgilerin binlerce yıldır söylediği bir gerçeğin bilimsel karşılığıdır.
Ben kadim bilgilerin modern tıptan “daha ileri” olduğu iddiasında değilim, fakat daha bütüncül bir bakış sunduğuna inanıyorum. Modern tıbbın kesin, net ve somut çözümler aradığı yerde; kadim bilgiler insanın iç dünyasını, anlam arayışını, manevi yüklerini, düşünce alışkanlıklarını sorgulamayı önerir. Bu ikisi birlikte ele alındığında insanın hem bedensel hem zihinsel iyilik haline katkıda bulunabilir.
Kadim bilgiler bize “neden hastalandığımızı” anlamada rehberlik edebilir, modern tıp ise “nasıl iyileşebileceğimiz” konusunda somut adımlar atabilir. Bu iki yaklaşımı birbirine rakip değil, tamamlayıcı olarak görüyorum.
Sonuçta insan, sadece laboratuvar değerlerinden ibaret bir organizma değildir. İnsan, yaşadığı kırgınlıkların, umudun, sessiz duaların, gece yarısı kaygılarının ve hayallerinin toplamıdır. Eğer beynimizi ve zihnimizi anlamak istiyorsak, hem modern bilimin ışığından faydalanmalı hem de kadim bilgilerin bize sunduğu derinliğe kulak vermeliyiz.
Bu kitabın amacı da tam olarak budur: Modern tıbbın sağladığı değerli bilgileri küçümsemeden, insanın ruhsal ve zihinsel derinliğini de unutmadan bütüncül bir iyilik haline ulaşabilmek için yeni bir bakış penceresi açmak.
Önümüzdeki süreçte farklı eserler yazma gibi bir planınız var mı? Varsa konusu yine beyin mi olacak?
Evet, yazmak benim için bir seçimden çok bir ihtiyaç. İnsan bazen taşıyamadığı yüklerini yazarak hafifletir, içinden geçenleri kelimelere dökerek kendini yeniden inşa eder. Yazmak benim için böyle bir yolculuk.
Önümüzdeki süreçte farklı eserler yazma planım var. Ancak konularımın yalnızca “beyin” ile sınırlı kalacağını sanmıyorum. Çünkü beyni anlamak, insanı anlamaktan ayrı bir şey değil. İnsan olmanın yüklerini, umutlarını, kırgınlıklarını, anlam arayışını ve hayata tutunma mücadelesini anlatmaya devam etmek istiyorum.
Bir sonraki eserimde, modern insanın yalnızlık, aidiyet, değer arayışı, sorumluluk ve aşk gibi temel duygularını ele almayı planlıyorum. Bu duyguların beynimizde nasıl iz bıraktığını, ama daha önemlisi kalbimizde nasıl yankılandığını anlatmak istiyorum. Çünkü bir insanın beynini anlamak istiyorsanız önce kalbini anlamalısınız.
Benim derdim, okuyucuya hazır cevaplar vermek değil; birlikte soru sormak, birlikte düşünmek ve belki de birlikte sessizleşebilmek. Hayat, çoğu zaman cevabını bilmediğimiz sorularla dolu. Bu soruların peşinde bir yolculuğa çıkmak ve okuyucuya bu yolculukta eşlik etmek istiyorum.
Kısacası yeni eserler yolda. Ama hepsinin ortak noktası insan kalabilmenin sancısını, yük taşırken incinmeden yürüyebilmenin imkânını ve maddeleşmeden hayatta kalabilmenin yollarını aramak olacak.
Söyleşiyi sonlandırırken okurlarınızın bol olmasını diliyorum. Bana zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim, böylesine derin sorularla kitabımın ruhunu ortaya çıkarma fırsatı verdiğiniz için.
Dilerim bu söyleşi, okuyan herkesin iç dünyasına dokunur ve kendi yolculuğunda bir nefeslik durak olur. Tüm okurlara şunu söylemek isterim:
“Kendi sorularınızın peşine düşmekten korkmayın. Çünkü insan, en çok kendine doğru yürürken özgürleşir.”
Benim için kıymetli bir sohbet oldu, tekrar teşekkür ederim.
Leave a Reply