Övgü Can Atmaca: “Edebiyat benim için yalnızca bir sanat dalı değil; varoluşun, direnişin ve kalıcı bir iz bırakma çabasının en samimi hâlidir.”

SÖYLEŞİ: Aslı Kemal GÜRBEY

Övgü Can Atmaca, daha önce Kayıp Adalet adlı romanıyla adından söz ettirmiş bir yazar. Yeni kitabı Labirent’te ise okuru kendi iç dünyasının derinliklerine, depresyonun karanlık koridorlarından umut dolu bir çıkışa davet ediyor. Kalan Yayınları’ndan yeni çıkan bu kitap, yalnızlığın ve umutsuzluğun içinden yeniden doğmanın, karanlığa rağmen ışığı bulmanın içten bir hikâyesi. Atmaca, hem yaşadıklarını hem de insana dair gözlemlerini içtenlikle paylaşarak, “yalnız değilsin” diyor. Biz de onunla, bu cesur iç yolculuğun perde arkasını konuştuk.

Merhaba Övgü Hanım. Yeni eseriniz vesilesiyle sizinle söyleşi yapmaktan mutluluk duyduğumu belirtmek isterim. Bir süre önce nefis romanınız Kayıp Adalet vesilesi ile söyleşi yaparken sizi tanımıştım. Fakat sizi tanımayan yeni okurlar için kısa bir

tanıtımın iyi olacağına inanıyorum. İlk sorum Övgü Can Atmaca kimdir? ile söyleşiye başlamak istiyorum.

Ben Övgü Can Atmaca, 23 Kasım 2000’de İstanbul’da doğdum. Kendimi bildim bileli kalıplara sığmayan, farklı düşünmeyi seven biriyim. Yazı benim için bir tutku değil, bir yaşam biçimi. Kelimeler aracılığıyla hem kendimi hem de dünyayı anlamlandırıyorum. Adalet duygusu, kadınların sesi olma isteği ve suskun kalanların hikâyelerini duyurma arzusu, kalemimin yönünü belirleyen en güçlü unsurlar. Edebiyat benim için yalnızca bir sanat dalı değil; varoluşun, direnişin ve kalıcı bir iz bırakma çabasının en samimi hâlidir.

Siz sık sık kitap yazan birisiniz. Her yazarın bir yazma amacı olduğuna inanan birisiyim. Sizin için yazmak ne anlama geliyor?

Benim için yazmak, nefes almakla eşdeğer bir şey. Hayatın karmaşasında, sessiz kaldığım her anın cevabını kelimelerde bulurum. Yazmak sadece bir üretim süreci değil; kendimle, insanlarla ve adaletle hesaplaşma biçimim. Her satırda biraz daha kendimi tanır, biraz daha

özgürleşirim. Benim için kalem, bir anlatma aracı olduğu kadar, bir direnme biçimi de. Çünkü bazen insanın en yüksek sesi, kelimelere sığan sessizliğindedir.

İnsanların giyim tarzını bile değiştirirken zorlandıkları bilinir. Yazı tarzını değiştirmek de sanıldığı kadar kolay olmasa gerek. Daha önce yayımladığınız Kayıp Adalet kurguya dayalı roman türündeydi; Labirent ise hem otobiyografik hem psikolojik bir anlatı. Bu tarz değişikliği sizi zorlamış olmalı. Neler söylemek istersiniz.

Aslında evet, tarz değiştirmek kolay değildi. Kayıp Adalet’te tamamen kurgusal bir dünyanın içinde karakterlerin duygularını anlatırken, Labirent’te kendi iç dünyamla yüzleştim. Bu defa kurgu değil, gerçekler vardı benim gerçeklerim. Bu, hem yazarlık anlamında hem de ruhsal olarak oldukça zorlayıcı bir süreçti. Çünkü Labirent, kalemimle değil, kalbimle yazdığım bir kitap oldu. Ama aynı zamanda en dürüst yanımı da ortaya koydu. Bence heryazar bir noktada kendi labirentine dönmek zorunda kalır. Ben de o labirentte kendimi buldum.

97 sayfa olan eserinizi beğenerek okudum. Depresyonun kişisel bir hikâyeden evrensel bir anlatıya dönüşmesi fikrinizi de beğendim. Yeni bilgiler öğrendiğimi de ifade edeyim.

Eserde bizzatihi depresyonu yaşamış olan kendi deneyimlerinize sık sık başvuruyorsunuz. Birbiriyle bağlantılı 2 sorum olacak: 1) Kendi yaşadığınız

depresyonun en zorlayıcı ve en size güçlendirici tarafı neydi? 2) Bu kitabı, depresyonu

yaşarken mi yazdınız, yoksa iyileşme sürecinden sonra mı kaleme aldınız?

Labirent’i depresyonun tam ortasındayken yazdım. Yazmak, o dönemde benim için bir çıkış kapısıydı. Sessizliğimi, acımı ve çaresizliğimi kelimelere dönüştürmek, nefes almamı sağladı.

En zorlayıcı tarafı, insanın kendi zihninin içinde kaybolmasıydı; en güçlendirici tarafıysa o

karanlıktan kendi ellerimle çıkabildiğimi görmekti. Yazarken kendimi hem yeniden inşa ettim hem de kabullendim. Bu kitap aslında benim iyileşme sürecimin bir parçası değil, bizzat kendisiydi.

Toplumda hâlâ “depresyon zayıf insanların hastalığıdır” gibi bir önyargı var. Neler söylemek istersiniz.

Ne yazık ki toplumda hâlâ “depresyon zayıf insanların hastalığıdır” gibi son derece yanlış ve tehlikeli bir algı var. Oysa depresyon, bir zayıflık değil; aksine, insan zihninin ve kalbinin uzun süre bastırdığı acıların, yorgunlukların bir dışavurumudur. Bu hastalık, güçlü olmasına rağmen yıllarca her şeyi içinde tutan, kimseyi üzmemek için kendini geri çeken insanların sessiz çığlığıdır. Zayıflık, hissetmemek ya da duygularından kaçmaktır. Oysa depresyonu yaşamak, insanın kendisiyle en derin şekilde yüzleşmesidir. Herkesin görmezden geldiği, bastırdığı, kaçtığı karanlıkla cesurca karşılaşmaktır. Ben depresyonu bir yıkım değil, bir fark ediş süreci olarak görüyorum. Çünkü o karanlığın içinde, insan hem kendi sınırlarını hem de direncini tanıyor. Bazen en güçlü insanlar, içsel savaşlarını sessizce verenlerdir. Depresyon, o sessiz savaşın adıdır. Toplum olarak anlamamız gereken şey şu: Ruhsal hastalıklar tıpkı fiziksel hastalıklar gibi gerçektir, somuttur ve ciddiye alınmalıdır. Nasıl ki bir kemiğimiz kırıldığında doktora gitmek zayıflık değilse, psikolojik destek almak da bir güç göstergesidir. Benim için depresyon, insanın kendi içinden yeniden doğma sürecidir. Evet, çok acıtır. Evet, bazen nefes almayı bile zorlaştırır. Ama o karanlık, insanı yeniden şekillendirir. Çünkü oradan çıkan biri, bir daha hiçbir fırtınadan eskisi kadar korkmaz.

Birçok kişi depresyondaki birisine “herkesin zor zamanı olur, kafana takma, geçer” diyerek depresyonu küçümsüyor. Sizce bu bakış açısı, depresyonu yaşayan bireylerin görünmezleşmesine mi neden oluyor?

Evet, kesinlikle öyle. “Herkesin zor zamanı olur, kafana takma, geçer” gibi sözler depresyondaki birini anlamak yerine onu görünmezleştiriyor. Bu tür cümleler iyi niyetle söylenmiş gibi görünse de aslında kişiye “abartıyorsun” ya da “duyguların geçici” mesajı verir. Oysa depresyon, basit bir moral bozukluğu değildir. İnsan kendi içinde büyük bir savaş

verirken, çevresinden gelen bu tür tepkiler onun yalnızlığını daha da derinleştirir. Depresyondaki biri zaten kendini suçlamaya, değersiz hissetmeye eğilimlidir. “Geçer, takma” dendiğinde, sanki yaşadığı şey önemsizmiş gibi hisseder. Bu da içe kapanmasına, duygularını paylaşmaktan çekinmesine neden olur. Çünkü bir noktadan sonra “Kimse beni anlamıyor” düşüncesi yerleşir. Böyle olunca kişi, hem iç dünyasında kaybolur hem de dış dünyada görünmez hale gelir. Depresyon, zayıflık değil; aksine insanın kendiyle en derin yüzleşmesidir. Herkesin kaçtığı o karanlıkla tek başına kalabilmektir. Bu yüzden küçümsemek yerine anlamaya çalışmak gerekir. Bir insana “kafana takma” demek yerine, “Seni anlıyorum, buradayım” demek çok daha değerlidir. Çünkü bazen bir insanın gerçekten duymaya ihtiyacı olan tek şey, yargısız bir ses ve koşulsuz bir anlayıştır. Toplum olarak şunu unutmamalıyız: Ruhsal hastalıklar da tıpkı fiziksel hastalıklar gibi gerçektir. Nasıl ki kırılan bir kemiğe “geçer, takma” diyemiyorsak, kırılan bir ruha da bunu söyleyemeyiz. Depresyonu ciddiye almak, onu yaşayan kişiyi görünür kılar. Ve bazen sadece o görünürlük bile, iyileşmenin ilk adımı olur.

Sizce depresyon geçmişte de bu kadar yaygındı da sadece adı mı konmuyordu, yoksa modern yaşam biçimi gerçekten depresyonu artırdı mı?

Bence depresyon geçmişte de vardı, ama adı konmuyordu. İnsanlar yaşadıkları ruhsal çöküntüleri “hüzün”, “keder” ya da “yorgunluk” olarak adlandırıyorlardı. O dönemlerde duygusal acılar daha çok gizleniyor, “dayanmak” bir meziyet sayılıyordu. Yani depresyon yok değildi, sadece dile getirilmiyor, tanımlanmıyordu. Fakat günümüzde modern yaşamın temposu, sürekli üretme ve güçlü görünme baskısı, sosyal medyanın yarattığı karşılaştırmalar ve yalnızlaşan insan ilişkileri bu durumu çok daha görünür ve yaygın hale getirdi. Artık insanlar duygusal olarak çok daha yorgun. Her şeyin hızla değiştiği bir çağda yaşıyoruz; düşünmeye, durmaya, hissetmeye bile zaman kalmıyor. Toplum bizden hep “iyi” olmamızı bekliyor, ama kimse gerçekten iyi olmanın ne demek olduğunu sormuyor. Bu da içsel bir boşluk yaratıyor. Bence depresyonu artıran en büyük etkenlerden biri de bu: herkesin dışarıya güçlü görünmeye çalışırken içsel olarak çökmesi. Yani depresyon eskiden de vardı, ama bugünün dünyasında onu tetikleyen çok daha fazla unsur var. Modern yaşam bir yandan konforu artırırken, diğer yandan insanın ruhsal dengesini zorluyor. Ve belki de bu yüzden artık depresyon sadece bir hastalık değil, çağın ortak sessizliği haline geldi.

Şu cümleniz hoşuma gitti: “Karanlık, ışığın doğmasını bekleyen en derin sessizliktir.”

Bunu açar mısınız?

O cümleyi yazarken aslında şunu anlatmak istedim: Her insanın içinde bir karanlık vardır. Bu

karanlık bazen kayıplardan, bazen hayal kırıklıklarından, bazen de içimizdeki sessiz çığlıklardan doğar. Ama o karanlık aslında bir son değil, bir başlangıcın habercisidir. Çünkü en derin sessizliklerde, insan kendini en net duyar. Gürültü sustuğunda, herkes çekildiğinde, ışığın değerini anlamaya başlarız. Ben “karanlık” derken yalnız acıyı değil, dönüşümü de kastettim. Çünkü insan, en çok karanlıkta değişir. Karanlık, içe dönmeyi, düşünmeyi, sorgulamayı öğretir. Ve o sessizlikte büyüyen farkındalık, bir gün ışığa dönüşür. O yüzden karanlık benim için bir kayboluş değil; aksine, yeniden doğuşun sessiz hazırlığıdır.

Bazı ışıklar sadece karanlıktan doğar. O yüzden insanın karanlığıyla barışması, aslında kendini affetmesidir. Çünkü o sessizliğin içinde bir umut gizlidir — yeter ki onu duymayı öğrenelim.

Övgü Can Atmaca’nın en sevdiği 5 yazar 5 eser ismini sorsak yanıtı ne olur?

Franz Kafka’nın “Dönüşüm” kitabını çok severim; insanın içsel yalnızlığını ve toplum

baskısını anlatışı beni derinden etkiliyor. Ayşe Kulin’in “Adı: Aylin”i, insanın yaşamla ve

geçmişiyle mücadelesini güçlü bir şekilde yansıtıyor. Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı”sı, tarih, sanat ve insan psikolojisini öyle ustaca harmanlıyor ki her okuduğumda

büyüleniyorum. Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sı, insan ruhunun kırılganlığını ve aşkı en saf hâliyle gösteriyor; her okuyuşumda farklı duygular hissettiriyor. Elif Şafak’ın “Aşk”ı ise Doğu ve Batı felsefelerini birleştirerek içsel yolculuk ve sevgi üzerine düşündürüyor.

Nice okurlarınız olsun. Zaman ayırdığınız için de teşekkür ederim.

Be the first to comment

Leave a Reply

Your email address will not be published.


*