Söyleşi: Aslı Kemal Gürbey
Suat Tekin, kalemiyle hem insanın iç dünyasına hem de toplumun vicdanına dokunan bir yazar. “Ihlamur Kokulu Yalnızlık”ta, Elif’in biyolojik ailesiyle onu yüreğiyle sahiplenen Bekir arasında sıkışan sessiz çığlığını duyururken; “Son Ekmek”te, Kahramanmaraş depreminde bizzat yaşadığı acıları, tanık olduğu insan hikâyelerini tüm gerçekliğiyle kaleme alıyor. Kalan Yayınları’ndan çıkan her iki kitapta da ortak bir damar var: insan olmak, kalbiyle bakabilmek.
Tekin’in karakterleri, sadece birer kurgu değil; birer vicdan sesi, birer tanıklık.
Biri bir çocuğun aidiyet arayışı, diğeri bir toplumun enkaz altındaki umudu…
Ve yazar, iki hikâyede de şunu söylüyor sanki: “İnsan bazen kaybettikleriyle değil, sarılabildikleriyle yeniden doğar.”
Suat Tekin ile söyleşimize buyurun…
Merhaba Suat Bey. Daha önceki kitaplarınız vesilesiyle sizinle bir söyleşi yapmış ve o dönemde sizi tanıma fırsatı bulmuştum. Hayatın bu kadar hızlı aktığı bir dönemde, insanlar bazen yazarları yeniden keşfetmeye ihtiyaç duyuyor. Sizi henüz tanımayan okurlarımız için kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Merhabalar. Üniversite hariç, bütün hayatım burada geçti. Üniversiteyi Trabzon’da okudum. Mesleğim icabı doğayı tanıdım belki, ama insanı ve doğayı asıl yaşayarak öğrendim. Daha doğrusu gözlemleyerek… Zira doğa ile insan arasında bence keşfedilmemiş bir ilişki, hatta olağanüstü bir benzerlik var. Doğa anlaşıldıkça, insanı da anlıyoruz. Doğaya takılırsak insana da takılıyoruz. Hatta doğada nereye takılırsak, insan da orada takılıyoruz. Acımasızlık, sevgi, duyarlılık, hep karşılıklıdır ve aynıdır. Toprağa emek verirsen o da ürün verir. Bereketli olur. İstediğinden kat be kat fazlasını verir. Ama emek vermez, acımasız davranır yahut ilgisiz bırakırsan o da sana küser, sana hayal kırıklıkların yaşatır. İnsan da öyle değil midir? Hangi insan sevgi göstermeden sevgi gösterir? Gösterse bile nereye kadar sana davranır? Ormancılığın bana en büyük faydası burada oldu. Onu ne kadar iyi yaptıysam, insanı dolayısıyla toplumu o kadar iyi tanıdım. O kadar iyi anladım. Bu ise yazmamı kolaylaştırdı. Çünkü nerede takıldığımızı görüyordum. Eksiğimiz neresi, ne yapsak daha iyi olur, çabuk çözüyordum. Uzun oldu biraz, bağışlayın. Doğa ve insan Suat Tekin demek. Gerisi teferruat.
Daha önce şu eserleri kaleme almıştınız: Dördüncü Kadın, Sevmek Mutlu Ölmekmiş, Şaka Leblebi, Kimsesizlik, İhanet, Sır, İşte Hayat… Son olarak Ihlamur Kokulu Yalnızlık ve Son Ekmek’i de eklediniz bu listeye. Son eserlerinizi de beğenerek okuduğumu söylemeliyim. Üretken bir insan olduğunuz da aşikâr. Bu noktada şu sorunun yanıtını merak ediyorum: Yazmak sizin için ne anlama geliyor? Başka bir deyişle yazmakta bulduğunuz nedir?
Kıymetli bir soru. Zira niçin yazdığınızı bilmiyor ve yazdıklarınızla bir şey öğretmiyorsanız yahut anlamayı kolaylaştırmıyorsanız, yazmakla neyin peşinde olduğunuzu bilmiyorsunuz demektir. Yazmak bir eğlence olmaktan öteye gitmez. Dolayısıyla yazmak benim için hayatı kolaylaştırmak demek. Ölümü aklınıza geldiğinde kalbinizin atışlarını değiştiren biri varsa ona koşmanızı, sıkı sarılmanızı ancak yazmakla sağlayabilirsiniz. Kirlettiğiniz dünyanın başkasının hayatına müdahale etmek olduğunu yazmakla anlatabilirsiniz. Yazmakta aradığım ve beni asıl mutlu eden taraf bu. Yani insanı normalleştiriyorum aslında. İnsan aklını, insan vicdanını normalleştiriyorum.
Romanlarınızda insana, acıya ve vicdana dair çok güçlü temalar var. Yazarken aslında kendi iç dünyanızı mı anlatıyorsunuz yoksa amacınız daha çok okuyucuda toplumsal acılar konusunda bir farkındalık yaratmak mı?
Asla böyle bir iddianın peşinde değilim. Hiç olmadım. Bu mümkün de değil zaten. Yani bir farkındalık peşindeyseniz ve bunun toplumun kötüye giden taraflarını değiştireceğine inanıyorsanız yanılıyorsunuz demektir. Farkındalık yaratmak fazla iddialı ve fantastik bir eylem. Dijital dünyanın bunu insanın elinden aldığına inanıyorum. Kendi yeteneklerimi/iyi niyetimi ve çabalarımı ortaya koymak desek daha doğru olur. İsteyen istediğini alır, ki burada herkes serbest… Bu belki daha gerçekçi…
Ihlamur Kokulu Yalnızlık (301 sayfa), bir çocuğun kaderi etrafında şekillenen; anne ve baba olma, aidiyet, fedakârlık üzerine yazılmış etkileyici bir roman. Ihlamur Kokulu Yalnızlık romanında Bekir karakterinin sevgisi, kan bağı olmadan da gerçek bir babalık mümkün mü sorusunu sorduruyor. Sizce birini “evlat” yapabilmek için ne gerekir; kan mı, yürek mi, emek mi, hümanizma mı?
Çok kıymetli sorular bunlar. Günümüz insanının sancılarını ortaya koyuyor hepsi de. Farkındaysanız, sosyolojik analizler yapıyoruz. İnsanı anlama, insanı tanıma evreleri üzerinde konuşuyoruz. Bir yanda çocuğu olmayan bir aile ve psikolojileri, diğer yanda beş kızı olan bir aile ve psikolojiler. Ve en önemlisi toplumun bakış açısı. Eylem biçimi. Analiz kabiliyeti. Benimkisi tam da bu fotoğrafı çekmek… Fotoğrafa bakan ne anladıysa artık… Çünkü siz ne vermeye kalkışırsanız kalkışın, karşınızdaki istediklerini istediği biçimde almanın peşinde. Bunu olumsuzluk olarak almayın. İsterseniz alın. Gerçek bu. Osman öğretmen ile Bekir arasındaki diyalogla, Bekir’in Elif ve genç kuşağın aileleri ve kendi aralarındaki diyalogları dikkatle incelerseniz ne demek istediğimi daha net anlayacaksınız. Hızla değişiyoruz. Bu değişimin bizden alıp götürdükleri kadar verdikleri yeni şeyler de var. Bizim sorunlarımızdan biri de bu hıza ve yeniliklere uyum sağlamada yaşadığımız zorluklar. Ben şunu çok net olarak vermek istiyorum. Ne değişirse değişsin, konfor artışıyla insani değerler değişmemeli, hep aynı kalmalı. Çünkü her insani hareketin arkasında bin yıllık bir birikim var. Öğreti var. Sunum var. Yenisi için ağır bedeller ödemeyelim. Bunun anlaşılmasını istiyorum. Ne kadar başarabiliyorum bilmiyorum ama vermek istediğim en net mesaj bu. Evet, hümanizma… Sonuna kadar hem de.
Son Ekmek’te (124 sayfa) sadece büyük bir felaketi değil, aynı zamanda insanın yeniden ayağa kalkma çabasını anlatıyorsunuz. Depremi bizzat yaşamış biri olarak, yazarken aslında o günleri yeniden hatırlamış oldunuz. Bu sizin için kolay olmamalı ve hatta belki de bugüne kadar yazdığınız en zor kitap bu olmuştur. Neler söylemek istersiniz?
Çok doğru. Yazarken yazdıklarımı yeniden yaşadım. Hatta bu yüzden yazamadığım oldu. Ara verdim. En başa döndüm. Bütün kareler gözümün önünden geldi gitti. Gözyaşları, bekleyiş, ekmek, su, ayrılık, acı ve en kötüsü çaresizlik… Ben deprem anın kadar insanı etkileyen en berbat olgunun yoksulluk olduğuna inanırdım. Yoksulluk her türlü kötülüğün kapısını aralar, sizi kötü biri olmaya zorlar. Fakat depremde bunun yanlış olduğunu gördüm. Eğer niyetiniz iyi ve birazcık gayret ederseniz size yardım edecekler mutlaka çıkıyor. Eğer çaresiz kalır, hiç kimse yardım etmese bile, bir köşede oturur, avcunuzu açar dilenirsiniz. Birileri de bir ekmek parası mutlaka kor. Ama çaresizlik bundan da öte bir olgu. Herkes sizin gibi ve herkes o ekmek parasına muhtaç. Dolayısıyla avucunuza ekmek parası atacak hiç kimse yok. Dolayısıyla çaresizliği ve çaresizliğimizi anlatmak/yazmak dünyanın en zor işi… Yazarken tıkandım. Boğazım düğümlendi. Gözlerim doldu. Kalp atışlarım hızlandı. Düşünebiliyor musunuz? Bir şehrin hafızası değişiyor. Bütün hikâyeler siliniyor. Geçmişe dair hiçbir iz kalmıyor, acıdan, gözyaşından başka. Geleceğe taşımak istediğiniz hatıralarınıza dair hiçbir anı kalmıyor. Sokaklar, evler, ağaçlar, taşlar, köşeler, oyunlar, hiçbirinden bir eser yok. Deprem öncesi nerede ağladığınızı, ilk bayram harçlığını kimin verdiğini, ilk dayağı nerede, kimden yediğinizi, hatırladığınız, resm ettiğiniz hiçbir hatıra kalmıyor geriye. Kendinize yabancı kalıyorsunuz. Yaşadıklarınız size bile yabancı, küs. Üzülmez mi insan? Hangi acı sizi bu kadar etkiler. En yakınınızdaki en uzağınızdaki, tanıdığınız, tanımadığınız onlarca mezar, yüzlerce yüz, binlerce hatıra, on binlerce ses… Bütün bunlar bir arada nasıl, hangi olayla hep birlikte, el verir, üstünüze üstünüze gelir, deprem dışında. Hiç kimse, ama hiç kimse yaşamasın.
Birçok insan depremi unuttu, gündelik hayatına döndü; o günleri hatırlamak dahi istemiyor. Siz ise enkazın içinden gelen biri olarak unutmayı reddettiniz ve büyük depremi yazma cesaretini gösterdiniz. Peki sizce bu fark, sıradan insan ile yazar arasındaki cesaret ve sorumluluk farkından mı kaynaklanıyor? Neler söyleyeceğinizi merak ediyorum?
Evet, aynen öyle… Eğer bir farkındalıktan söz edeceksek, burada, depremle ilgili yazdıklarıma dair konuşabiliriz. Çünkü bir daha asla yazmayacağım, yazmak istemeyeceğim bir konu deprem. Fırından az önce çıkmış ekmeği beğenmeyip, “Ocaktan yeni çıkmış alsaydın,” diyenlerin iki günlük kuru ekmek için kuyruğa girdiği, ısıtıp soğutarak ısıttığı suyu bulamayan annenin hiç tanımadığı birine gidip yalvardığı, elindeki suyun dibinde kalan iki yudumu çocuğuna içirmek istediği bir olaydan söz ediyoruz. Yazarlık iyi bir gözlemse ve en uygun, en doğru kelimelerle cümle kurmaksa, depremi anlatmak en başta yazarın işi… Deprem yaşanan değil, yaşadığım zorlukların, acıların, sancıların hikâyesi. İyileri, kötüleri, alçakları, zayıfları, güçlüleri bu kadar kısa sürede ve hep bir arada başka türlü bulamazsınız. Yazarlık, dağın arkasını, denizin öteki kıyısını görmek gibi bana göre. Burada neler oluyor? Kimler neler yapıyor? Fotoğrafını çekiyorsunuz.
Bu kadar çok kitap yazmanız gerçekten etkileyici. Bana ve okurlarınıza, yazarlık motivasyonunuzun kaynağını ve günlük hayatınızda sizi neyin üretken tuttuğuna ilişkin sırlarınızı paylaşmanızı istesem yanıtınız ne olurdu?
Bugünü yarına taşımak… Evet, başka türlü yapamazsınız. Sizden sonra hayatın süreceğini görüp, perdenin arkasında neler oluyor, kim, aklından ne geçiriyor, anlamak, anlatmak için en özgür alan yazarlık. Vicdanınızla baş başasınız. Hayalleriniz et kemiğe bürünüyor. Bin yıl sonra da olsa bugünü anlamayı kolaylaştırıyorsunuz. Bu heyecan, bu öngörü, bu projeksiyon, en büyük heyecanımız. Daha ne olsun. Harcayarak çoğalan başka bir miras var mı? Siz söyleyin.
Herkesin ‘iyi yazar’ ve ‘iyi edebiyat’ tanımı farklıdır. Bu temelde birbiriyle ilişkili 2 sorum var. 1) Sizin gözünüzde iyi bir yazar olmanın ölçütleri nelerdir? 2) Peki iyi edebiyatı neye göre değerlendirirsiniz?
Birinci sorunuzun cevabı, faydalı olmak… Katilin kim olduğunu bulmak, aşkın taraflarını, neler çektiklerini yazmak bir faydadır. Güçlü hayalleriniz olacak yazmak için. Ve faydalı olacaksınız. Hayal dünyanız zengin olacak. Bir diğeri, gözlem yeteneğiniz olacak. Eşyanın dördüncü boyutunu hissedeceksiniz. Evet, dördüncü boyut… Soyut gibi duruyor, ama öyle. Sizi harekete geçirecek dürtüler burada. Sizi dürtecek, “yaz” diyecek olgular…
Yazarların birbirinden ilham aldığı söylenir. Şunu merak ediyorum: İlham aldığınız yerli veya yabancı yazarlar var mıdır? Varsa, onların hangi yönleri sizi etkiledi ve bu etkinin eserlerinize yansıdığını düşünüyor musunuz?
Var tabi. İlham aldığım değil de beni etkileyen yazarlar oldu. Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, yabancılardan, Stefan Zweig, Ernest Hemingay, ve tabi ki Dostoyevski ve Tolstoy başta olmak üzere Rus yazarlar. En çok da Stefan Zweig etkiledi. Yeni yazarlardan da beğendiklerim var, ama ben daha çok toplumcu ve kişisel psikolojik analizler yapan yazarları beğendiğim için keskin bir çizgi çizerek, tarih, mitoloji, aşk, köy romanları sevenlere haksızlık etmek istemem doğrusu.
Zaman ayırdığınız için teşekkür eder, çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.
Çok sağ olun. Asıl ben teşekkür ederim. Beni ciddiye aldınız. Düşüncelerime yer ve değer verdiniz. Var olun.
Leave a Reply