
“ASKER GİBİDİR YAZAR, VAKTİ GELDİĞİNDE KILINÇ KUŞANIR…”
Söyleşi Yapan: Aslı Kemal Gürbey
***
Yazar ve öğretmen Özge Senâ Bigeç; İzmirli olup, Yugoslavyalı dedelerin torunudur. Uzun yıllardır vecizeler, makâleler, hikâyeler, şiirler yazan Bigeç’in yazı ve şiirleri çeşitli edebiyat dergilerinde ve edebiyat sitelerinde yayımlanarak kitaplaştırılmıştır. Bigeç’in yayımlanmış 10 kitabı bulunuyor. Yazarın Kalan Yayınlarından çıkan, “Sokak Lambası Depremi Anlatıyor” adlı eseri, çok anlamlı bir çalışma. Hikâye 6 Şubatta meydana gelen 7.8 büyüklüğündeki Maraş-Hatay depremini odağına alıyor. Depremzede çocuklar için hazırlanmış olan bu resimli çocuk hikâye kitabı acının yanında umudu da çok güzel anlatıyor. Hikâyede; depremzede çocuklara “her şeyin yoluna gireceği” , “umutlu ve güçlü olmaları gerektiği” Özge Sena Bigeç’in yalın ve sürükleyici dili ile anlatılıyor.
Hafta sonu yazarla yeni çıkan eseri üzerine konuştuk.
– Özge Hanım merhaba, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Okuyuculara kendinizden bahseder misiniz?
İnsanın kendinden bahsetmesi zor, tam olarak mümkün de değil sanıyorum. Şunu söyleyebilirim ki; “kalemden önce” ve “kalemden sonra” olarak hayatımı ikiye ayırıyorum. Zira kalem ve kelâm insana çok büyük bir dosttur. Ve emânettir. Hakkıyla taşıyabilmek gerekir. Doğruluk ister, dürüstlük ister, âyine gibi parlaklık, cam gibi berraklık ve duruluk ister. Yaklaşık 20 yıldır yazıyorum. Ondan önceki hayatımı da yazıya hazırlık olarak görüyorum. Hazırlanmadan hiçbir şey hakiki ve lezzetli meyve veremez. Asker gibidir yazar. Bekler ve vakti geldiğinde, icab ettiğinde kılınç kuşanır. Kılınca benzer kalem. Kınında da güzel durur, ele gelip ışıl ışıl gün ışığıyla buluştuğunda da. Kılıncı ne zaman çıkaracağını bilir erler. Yazmak da böylece keskin ve ışıltılıdır. Bu sebeple hayatımın dönüm noktası olarak; “yazmayı” gösterebilirim. Bunun dışında da herkes gibi bir hayatımız var. “Herhangi biri” olmak da önemli. Halkın içinde olup, onların neşelerini ve hüzünlerini duyabilmek, onlardan biri olabilmek… ihtiyaçlarını doyurabilmek… Eğitim olarak tanıtmak gerekir ise; Türk Dili ve Edebiyatı tahsilli olup, Türkçe-Arapça-Farsça dilbilimleri ile yakından ilgileniyor ve “kadîm ve dâim cedîd” kelimelerimize ilmî çalışmalar olarak eserlerimde yer veriyorum. Osmanlı Türkçesi alanında da “Leylâ’nın Ölümü” isimli 1922 baskılı bir şiir kitabını latinize ederek, okuyucu ile buluşturduk. Şam, Filistin ve bazı Türk derneklerinde de Türkçe-Arapça ve Güzel Konuşma Sanatı alanında eğitimler verdim. Uzun yıllardır yine bu dil sahasında özel eğitimler vermeye devam ediyorum.
– Eseriniz “Sokak Lambası Depremi Anlatıyor” deprem konulu bir çocuk edebiyatı ürünü. Öncelikle konu seçiminizle ilgili sormak isterim. Sizi bu çalışmaya yönelten motivasyon ne oldu?
Aslında bütün çalışmalarımda; duyarlı bir insan hassasiyeti ve hasta yatağındaki hastasına şefkat eli uzatan bir hekim hikmetiyle yazmaya ve yaşamaya çalışıyorum. Yaşamak diyorum zira yaşamsız bir yazın hayatı düşünülemez. Tüm hakiki yazarlar, önce kendi içinde yaşarlar. Kendi dünyasında büyür; anlam. Daha sonra bu; okurla buluşur ya da buluşmaz, yazarın iç dünyasında sır olarak kalır. Bediüzzaman Hazretleri; “Her söylediğin doğru olmalı fakat her doğruyu her yerde söylemen doğru değildir” buyurur. Bu söz, insana ciddi bir rehberdir. Yazar da her duygusunu ve fikrini yazamaz. Yazmamalı da zaten. Yeri ve zamanı çok önemli. Bu minvalde; her yazana, her şeyi yazana “yazar” diyemiyorum. Yazı süzgeçten geçirilerek saflaştırılır, sonra akıl ve kalp sahiplerine sunulur. Rikkat ve dikkat isteyen bir süreçtir. Sokak Lambası benim dünyamda özge bir imgedir. Çok şeyler anlatır; gecenin karanlığında, ayazında, yağmurunda ve lapa lapa yağan karında… Uzun yıllar hasbihal etmişimdir bu latif ışıklarla. Sonra istedim ki; çocuklar da kıymetini bilsin, oturup sohbet etsinler sessizce sokak lambalarıyla. İlk yayınlanan çocuk kitabım; “Sokak Lambası”. Bu kitabımız “Sokak Lambası Depremi Anlatıyor” ise, onun devâmı mâhiyetinde. Sokak Lambası, depremden önce yayınlanmıştı. Ve hayatın içinde ne kadar önemli olduğunu o hikâyede anlatmış ve resimlemiştik. Aylar sonra deprem oldu. Bu defa hikâye can buldu. Çünkü deprem bölgesinde lazım olan öncelikler arasında “aydınlanmak” geliyordu. Sokaklar ve şehirler kapkaranlık ve son derece ürkütücüydü. O vakitlerde bir gece kendi hikâyem yeniden dile geldi ve bana deprem bölgesindeki yaralı bir sokak lambası diliyle hâlini anlattı. İçimde dönen bu imgelem beni de heyecanlandırmıştı. Bu hikâye ile tek bir cana ve tek bir çocuğa dahî ümîd verebilmek ve o büyük yaraların, acılı yarınların iyileşmesine yardım edebilmek beni de mutlu edecekti. Böyle başladı hikâye…. Her zamanki gibi… Ansızın!
– 6 Şubat Maraş-Hatay depremleri ülkemizi derinden yaralayan büyük bir afetti. Ülkemizde büyük can ve mal kayıplarına yol açtı. Geride bu büyük travmayla baş etmeye çalışan çok sayıda yaşlı, genç, çocuk bıraktı. Depremin yaralarını sarabildik mi?
Yara; kendi içinde devâyı büyüten bir unsurdur. Yeter ki doğaya ve duaya önem verelim. Yani tabiat ile uyumlu ve Yaratıcı’ya saygılı olalım. “Haddini bilmek” derler büyüklerimiz. Haddi aşan her şey zarar veriyor doğaya ve insana. Travmanın kelime anlamı; yaradır. “Yaralar ve yarınlar” diyorum ben. İkisi de içinde şifâyı saklıyor; Allah’ın izniyle. Fakat “zaman ve ahlak“ şart!
– Maraş-Hatay depremleri belki bitti ama arkasında yıllarca unutulmayacak çok büyük bir acı bıraktı. Özellikle depremi yaşamış aileler, çocuklar için bunu unutmak kolay olmayacak? Neler söylemek istersiniz?
Herkesin dünyasında unutamayacağı ayrılıklar ve acılar olabilir. Oldu da nitekim. Tarihte nice zulümler ve âfetler gördü dünya. Ve hepsinin ardından güneş yeniden doğdu, yeniden ısıttı ve ışıttı. Umud ile hüzün el ele vermiş bir kardeş gibidir. Bu döngüde yaşanır bu dünyada. Ölümsüz ve bitimsiz olan; âhirettedir. Hikâyemizin sonunda da bu hakikate vurgu yapıyoruz. Gerçek buluşma orada…
– Bana göre sanatçı toplum sorunlarını dile getiren kişidir. Edebiyat da toplum sorunlarını dil ve metaforlar aracılığı ile estetik bir şekilde işleme sanatıdır. Savaşlar, göçler gibi depremler de edebiyatın konusudur. 6 Şubattaki Maraş-Hatay depremine edebiyat çevresinin gösterdiği ilgiyi nasıl buluyorsunuz?
O günlerde, kenetlenişin en güzelini de yaşadık. İyi olan herkes bir şeyler yapmak istedi. Hatta çok şeyler yapmak istedi. Ve elinden geldiğince de yaptı. Edîblerin de elinde kalem var. Kelâm var. Anlam var. Bizler bu nezih âletler ile sorunu tesbit edip tedavi etmeye çalışıyoruz. Mülâkatın başında da belirttiğim gibi; hassas bir hekim gibiyiz. Hassas olup anlamak durumundayız. Hikmeti bulup devâya gidecek yolu da sunmalıyız. Edebiyat, her zaman ayrılıklardan acılardan beslenmiştir. İnsan, yazgısını yazmıştır kağıda. Bir bakıma kalemden akan; yazarın ve toplumların gözyaşlarıdır. Biz buna “mürekkep” deriz. Mürekkep… Bazen sevincin bazen de hüznün gözyaşı…
– Ülkemizde sık sık yıkıcı ve ölümcül depremler oluyor. Depremin geride bıraktığı travma, acı ve dram yıllarca unutulmuyor. Buna karşın ülkemizde bir deprem edebiyatının yeterince gelişme göstermemiş olmasını nasıl açıklamak gerekir?
Birçok ülke coğrafi konum gereği, çeşitli afetler ile karşı karşıya… Kimi yerde fırtına boranlar eksik olmuyor, kimi yerde de seller ve depremler. Burada insan elinin doğaya bir ihâneti var mı? Onu irdelemek gerekiyor. Şu anda bombalar atılıyor Gazze’ye mesela. Bundan önce Suriye’de nice can, insan eliyle bombalarla katledildiler. İşte bunların hepsi tarifsiz acılar ve tarihe geçen kara sayfalardır. Yüzyıllar geçse dahî unutulmayacak, kalem sahipleri tarafından her zaman nesillere aktarılacaktır. Niye? Yeniden yaşanmaması için. Dost ve düşmanı tefrik edebilmek için. Hakkaniyetli bir yazar, bunu düşünür. Tarih öylece orada duruyor. Benim iki dedem de muhâcir. Yugoslavya’dan acılar içinde hicret etmişler. Bunu duyumsamaya ve hissetmeye başladığım zaman çok etkilendim. Hâlâ daha öyledir. Ne zaman hatırlasam ve o toprakları düşünsem duygulanırım. Bir şeyler beni oralara çağırır. Târihe ve o topraklara.. İşte bu; can ve kan bağı. Kimse bunu bizden alamaz!
– Depremin en büyük mağdurları maalesef çocuklar oluyor. Hikâyeniz depremzede çocuklara ne mesaj veriyor?
Onları ellerinden ve yüreklerinden tutup, yaralı bir eşyanın, sokak lambasının yanına götürüyorum. Ve diyorum ki; hepimizin yaraları var. Ve ellerimizde şifâlar… Birlikte iyileşeceğiz. Birlikte onaracağız. Sarılıyorum sonra onlara. Kelimeler böyledir. Tılsımlıdır. Sarar, dokunur, iyileştirir. Allah tesir halk eder. Hiç tanımadığınız ruhlarla kardeş ve yoldaş olursunuz. Seversiniz birbirinizi. Ve bilirsiniz; sizi bir duyan var… Deprem zamanı; Maraşlı bir hanım ressam tanıdığımı aramıştım. Birbirimizi tanıyorduk fakat çok samimi değildik. O gün aramam karşısında; sesindeki hayreti ve mutluluğu ifade edemem. “Özge Hanım, unutmamışsınız…. “ dedi, titrek bir sesle. “Siz olsaydınız, siz de aynı şeyi yapardınız…” dedim. Bu benim için çok doğaldı, fakat o acının ortasında gerçekten hatırlanmak ve bir “Nasılsınız?” sözü dahi öyle büyük şifâya vesile ki… Şifâyı sadece maddî olarak düşünmemek gerekiyor, yaralı insanların morale ve manevî desteğe de ihtiyaçları var.
– Eserinizde hikâye anlatıcısı bir sokak lambası. Bu da hemen dikkati çekiyor. Hikâye anlatma görevi niçin sokak lambasına verildi? Bu metafor neyi anlatıyor?
Yaralının hâlinden yaralı anlar. Sokak Lambası orada yaralı bir eşya. Ve o da çokça akrabalarını yâni sokak lambalarını kaybetmiş. Ortak acılar… Başka bir eşya da olabilirdi fakat asîl duruşu, karanlığı aydınlatması gibi özellikleri ile sokak lambası benim dünyamda da özel bir yere sahip. Bu sebeple sokak lambası konuşurken; aslında bir dost konuşuyor. Bu; sizi anlayan ve aydınlatan bir dost…. İyi kitaplar ve iyi insanlar da sokak lambası gibidir. Hüznünüze ortak olurlar. Teselli eder, yanınızda durur, hep hakikati konuşurlar. Elbette insanlık tarihinde bunun en güzel örnekleri; Peygamberler, Evliyalar ve Âlimler’dir. Onlar da; yıldızlar ve güneşler gibidirler. Hem yol gösterir, hem cehâlet bulutunu dağıtır, hem de güneş gibi ısıtırlar.
– Hikâye karamsar başlıyor, fakat depremzede çocuklara “her şeyin yoluna gireceği” , “umutlu ve güçlü olmaları gerektiği, “hayatın yoluna gireceği” gibi pozitif mesajlarla ilerliyor. Depremzede çocuklara galiba en lazım olan duygu da bunlar değil mi?
Karamsar değil de “gerçek” diyelim. Çocuklar gerçeği duymak isterler. Yalan istemezler, kandırılmak da istemezler. Nebevî Ahlâk’ın bir güzel örneği de; çocuklara yalan söylememektir. Onların duyularını ve duygularını incitmeyecek şekilde gerçeği söylemek ve fakat bu gerçek üzerinden de yeni doğuşlar ve umudlar üretmek. Tıpkı her dâim filizlenen dallar gibi…. Hikâye acıya âyinelik ediyor ve ardından çocuklara “yardıma gelen insanları” ve “eski çadır hayatını” anlatıyor hem de unutulan kelimeleri de öğreterek… “Oba” mesela. Geçmişte birçok insan çadırda yaşadı. Ve bu bir yaşam biçimiydi. Bunu bilmek çocuğa da insana da iyi gelir. Yani zorlukları var ama yaşanabiliyormuş. İşte bu bir sargıdır. Vecizeler kitabım olan Binbir Hece Masalları’nda şöyle bir söz yazmıştım: “Deri deriye, insan insan değince iyileşir” Biz burada deriyi deri ile, insanı insan ile buluşturuyoruz. İyilikle ve âfiyetle…
– Hikâyede iyi yürekli bir Metin Öğretmen var. Metin Öğretmen öğrencilerini kaybeden bir öğretmen, ama aynı zamanda depremzede çocuklara ve ailelerine de var gücüyle yardım ediyor. Metin Öğretmen gerçek biri mi yoksa kurgu mu?
Tamâmiyle gerçek! Maraşlı Metin Acıpayam, benim uzun yıllardır ilmi çalışmalarına tanıklık ettiğim; azimli ve asîl bir gençtir. Deprem zamanı ilk aradığım isimler arasındadır. Uzun vakit ulaşamadım. Oysa o, o sıralar, şehid olan öğrencilerinin cesetlerini tespit etmek gibi bir acıyı üstlenmiş. İfade edilemez acılar… İlk konuştuğumuz vakit, bana bu hâdiseleri anlattı. Ve ona; o âna kadar hiç düşünmediğim ve kimseye söylemediğim bir sözü söyledim. O anda ilhâm oldu: “Kardeşim… “ dedim. “Sen Şehidlerin Öğretmeni olmuşsun….” Arapça ifade etmek gerekirse; “Muallim’üş Şühedâ”… Çok duygulandı. Bu herkese nasib olmaz. İşte acıların böyle görünmez perde arkaları vardır. Şehidlik… gibi. Ebedi Cennet hayatı gibi… Bu perdeler âhirette açılacak. İşte o gün, gözler aydınlanacak.
– Eserinizde “Sonra uzaklardan iyi insanlar geldiler. Çadırlar kuruldu. Yemekler, giysiler geldi” diyorsunuz. Maraş-Hatay depreminde büyük bir toplumsal dayanışma sergilendiğine kuşku yok. Acaba aradan zaman geçtikçe bu dayanışma azaldı mı dersiniz?
Allah devletimize zeval vermesin. İnsan unutkandır ve âcizdir de. Acının ilk zamanı gibi olmayabilir elbette. Zira insanların türlü sorumlulukları ve meşguliyetleri var. Fakat devlet burada önem kazanıyor. İnsan unutur fakat devlet, vatandaşını unutmaz. Aş evlerimiz, giysi yardımları, ev yapım ve onarımları, hastanelerimiz, en önemlisi de insanımızın yanındaki yöresindeki insanlara karşı “diğer-gâm” oluşu; hayatın yükünü hafifletiyor elhamdülillah. Deprem bölgesindeki depremzede bir arkadaşım, bir zaman sonra sivil kuruluşların gittiğini ve sadece jandarmanın kaldığını söylemişti. Sitemliydi.. Fakat “jandarma” ne demek? Devlet demek! Ve o jandarma onların her ihtiyaçlarına koştu. Demek istediğim bu aslında. Devlet olmak, kurumsal olarak vatandaşın ve bilhassa mağdurun yanında olabilmek önemli. Kalıcı olan da budur. Sivil kuruluş diyoruz. Onları da yaşatan; devletin çatısı… Vefâ isimli kitabevime bir seyyar satıcı kardeşimiz gelmişti. Vefâ ismini görünce çok duygulandı. O esnada Dursun Ali Erzincanlı’dan, Hazreti Nebi’yi (Aleyhissalâtu vesselâm) anlatan şiir de çalıyordu. Ağlamak üzereydi. Ve şunları söyledi: “Peygamber Efendimiz çok vefâlıydı. Ve o, vefâsı ile devlet kurdu. Vefâlı olduğu için, İslâm Devleti kurdu.” Bu sözler beni çok etkiledi. Vefâyı bu minvalde hiç düşünmemiştim. Hikmetin kimde olduğu bilinmez. Üzerinden 2-3 yıl geçmesine rağmen bu sözler aklımdan ve kalbimden hiç gitmedi. Bu sebeple devletimizi yaşatma gâyesi ve gayreti içinde olmalıyız her dâim…
– Kitabınızla ilgili özellikle söylemek istedikleriniz var mı?
Birçok yaralı yüreğe dokunup şifâ vesilesi olmasını diliyorum.
– Yakınlarını kaybeden depremzede çocuklara “onlar cennete gitti”, “sonsuza kadar cennette yaşayacaklar” diyorsunuz. Biz de bu vesileyle hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet dileyelim. Mekânları cennet olsun. Bu anlamlı kitabı yazdığınız için kendi adıma size teşekkür ediyorum. Okuyucusunun çok olmasını dilerim.
Anlamlı sorularınız ve iyi dilekleriniz için ben de size çok teşekkür ederim. Vefât edenlere Allah gani gani rahmet eylesin, yakınlarına sabırlar versin. Devletimizi de her türlü âfetlerden muhafaza eylesin. Sokaklarımız hep aydın olsun…. Vesselâm!
Leave a Reply