
Söyleşi: Aslı Kemal Gürbey
Edebiyatın farklı türlerinde eserler veren Ferhan Ezel, son dönemde yayımlanan üç kitabıyla dikkatleri üzerine çekti. Roman türündeki Bir Yokmuş, öykü kitabı Cehennem, Kedi ve Küçük Kız Çocuğu ve şiir derlemesi Vahşetin Kapısı, Kalan Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Bu söyleşide, Ferhan Ezel ile hem bu üç eserin ortaya çıkış süreçlerini hem de yazarlık serüvenini konuştuk. Keyifli okumalar!
Ferhan Hocam, öncelikle üç farklı türde eserinizi okurlarla buluşturdunuz, sizi kutluyorum. Sizi tanımakla başlamak istiyorum: Ferhan Ezel kimdir?
— Ferhan Ezel, 20. yüzyılın son çeyreğinde, isteksizce gözlerini açmış bir dünya vatandaşı. Bir kız çocuğuna babalık yapmaya çalışan ama pek de başarılı olamamış biri. Fernando Pessoa’nın Huzursuzluğunda boğulmamak için yazmaya, okumaya, resme, müziğe, heykele sığınan bir ruh.
Bir Yokmuş (192 sayfa), Cehennem, Kedi ve Küçük Kız Çocuğu (158 sayfa) ve Vahşetin Kapısı (88 sayfa). Bu üç eserin yazım süreci ne zaman başladı ve ne kadar sürdü?
— Ferhan yaklaşık 30 yıldır yazıyor. 90’larda başlayan bu tutku, zaman zaman azalsa da hiç bitmedi.
Eserlerinizi okurken dikkatimi çeken şey, metinlerin çoğunun günümüzden çok önce kaleme alınmış olmasıydı. Peki, bu öykü ve şiirlerin okurla buluşması neden bu kadar gecikti? Özel bir tercih mi vardı?
— Aslında bu yazıları hiç yayımlamayı düşünmemiştim. Ta ki Yılmaz Bey (kulakları çınlasın) ısrarla, “Bunları kitaplaştırmalısın” diyene kadar. O sağ olsun, beni ikna etti. Böylece eski defterlerde, disketlerde, bilgisayarın derinliklerinde kalmış ne varsa toparlandı ve nihayet kitaplaştı.
Roman, öykü ve şiir… Bu kadar farklı türlerde yazmak yazar için zahmetli, okur içinse büyük bir zenginlik. Neden tek bir türde değil de bu çeşitlilikte eserler verdiniz?
— Yazdıklarımın hangi türe ait olduğuna çoğu zaman ben de karar veremiyorum. Başlangıçta karmaşık ve hızlıca dökülen cümleler, zamanla kendi formunu buluyor. Mesela Bir Yokmuş öykü olarak başladı, ama karakterler çoğalıp iç monologlar derinleşince romanlaştı. Kimi yazdıklarım şiire, kimi öyküye dönüşüyor.
“Vahşetin Kapısı”ndaki şu dizeler dikkat çekici:
“Kapısında cennetin / Duyunca sesini / Melekler geldi sanır / Sevdiğinin / Yüreği çırpınmaya / Kulakları örse vurmaya / Başlar çekicini / Uçarı çocuk şımarıklığı / Demirci zarafeti”
Burada zıt imgeleri (şımarıklık ve zarafet) aynı dizede buluşturmanız çarpıcı. Şiirlerinizde bu tür imgeleri kurarken sizi yönlendiren nedir? Önce görüntüler mi canlanır, yoksa sözcükler mi peşinizden koşar?
— Aslında bu yazdıklarımı ben yazmıyorum desem yeridir. Ertesi gün, “Bunları ben mi yazdım?” diye şaşırdığım çok olmuştur. O anlarda adeta başka bir ruh hükmediyor bana. Müzik de bu süreci tetikliyor; dinlediklerim ruh halimi, dolayısıyla yazdıklarımı değiştiriyor.
Günümüz Türk edebiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
— Edebiyat dünyası kökten değişti. Artık gençler farklı şeyler okuyor; klasikler yalnızca küçük bir kesimin ilgisini çekiyor. Yapay zekânın etkisi de büyük. Ne yazık ki gelecekte nitelikli eserler okuyacağımızın garantisi yok. Hepimiz birbirimize benzemeye, sıradanlaşmaya meyilliyiz, oysa herkes “özel” olmanın peşinde.
Yeni projeleriniz var mı? Sıradaki eseriniz hangi türde olacak?
— Türünü ben de bilmiyorum, ama Nazım (mizanpajı hazırlayan arkadaşım) şiiri bırakmamam gerektiğini söyledi. Arada yeni şiirler yazıyorum. Bakalım, hayat bize ne gösterecek? Teşekkür ederim.
Leave a Reply