Prof. Dr. Sabri Çakır: “Üniversitelerimiz özgür araştırma, öğretim kurumları olmadığı sürece bilimsel üretim yapamaz, toplumun gereksinim duyduğu insan öğesini yetiştiremezler.”
SÖYLEŞİ: Aslı Kemal Gürbey
Prof. Dr. Sabri Çakır Türkiye’nin önemli sosyologlarından biri. 1945 yılında Giresun’da dünyaya gelen Çakır, başarılı bir eğitim hayatının sonunda profesörlüğe kadar yükselir. Bugüne kadar pek çok makale, bildiri, kitap yazan Çakır, binlerce öğrenci yetiştirmiş emekli bir akademisyen. Kalan Yayınları’ndan geçen hafta çıkan TÜRK TOPLUMUNDA KADIN, EVLİLİK VE AİLE isimli kitabın da yazarı. Yazarla kitabı hakkında söyleşi yaptık.
Merhaba Sabri hocam. Öncelikle yeni eseriniz hayırlı olsun. TÜRK TOPLUMUNDA KADIN, EVLİLİK VE AİLE isimli eseriniz kapağından tutalım da, içindeki saha verilerine kadar yüksek nitelikli bir ampirik çalışma olmuş. Bu güzel eseri kaleme alan Prof. Dr. Sabri Çakır hocamızı okurlarımıza tanıtarak başlayalım.
1945 yılında Giresun Merkez Hamidiye köyünde doğmuşum. Yoksulluk yılları; yol, su, elektriğin olmadığı bir zaman. Üstelik köyümüzde ilkokul bile yok. Büyük dedemizin geldiği köy olan merkez Akköy’de sadece ilkokul var. İki köy arasındaki uzaklık, aşağı yukarı 1,5-2 saatlik bir zaman dilimini kapsıyor. Gidip gelmek çok zor ama başka çaremiz yok! Özellikle de, karın çok yağdığı kış aylarında okula gidip gelmek çok zor ve yorucu. Bu nedenlerle okul çağında ilkokula giden öğrenci bulmanız olası değil. Onun için, ben ancak 9 yaşımda ilkokula başladım. Başladım ama bir yıl sonra annem vefat edince okuldan alındım. Sığır gütmeye başladım. İkinci yıl, öğretmenim köyümüzden okula giden çocuklarla haber göndermiş, 2. sınıfa geçtiğimi iletmelerini söylemiş. Babamın okula gitmeme karşı olmasına rağmen, çobanlığı bırakarak ve kaçarak okula yeniden 2. sınıfta başladım. Daha zor koşullarla karşılaşmam ise ilkokul bittikten sonra başladı. Bu zorlukları anlatmaya kalksam çok uzun bir öykü olur. Giresun Vakıflar Yurdu sınavına girerek ortaokulda okuma şansını elde ettim. Lise 2. sınıfa kadar Vakıflar Yurdu’nda öğrenciliğe devam ettim. Yaşadığım öğretmen-öğrenci tartışması sonunda Giresun Lisesi’nden sorgusuz sualsiz atıldım. Samsun Ondokuz Mayıs Lisesi’ne başvurdum. Ve o lisenin edebiyat kolunu birincilikle bitirdim. Daha sonra, öz geçmişimde belirttiğim gibi, Ankara Üniversitesi Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi Antropoloji Bölümü’nü (Etnoloji Anabilim Dalı) bitirdim. Bu arada çeşitli kurumlarda görev aldım. Daha sonra da Fırat Üniversitesi Sosyal Antropoloji Bölümü’ne asistan olarak atandım. “Kentleşme ve Gecekondu Sorunu” alanında doktoramı yaptım. Fırat Üniversitesi’nden 1994 Nisan’ında ayrılarak Süleyman Demirel Üniversitesi Burdur Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü’ne atandım. Aynı üniversitede 1999 Yılında “Kurumlar Sosyolojisi” anabilim dalında doçentlik payesini aldıktan sonra SDÜ Sosyoloji Bölümü’ne doçent olarak atandım. Aynı bölümde 2009 yılında “Toplumsal Yapı Ve Değişme” anabilim dalında profesörlüğe yükseltildim. 2012 Yılı Mart Ayında zorunlu olarak emekli oldum…
TÜRK TOPLUMUNDA KADIN, EVLİLİK VE AİLE isimli eser çok geniş bir hinterlandı kapsayarak 1000 kadın ile yapılmış mülakatların tablolaştırıldığı nadir rastlanacak sosyolojik bir çalışma olmuş. Kapsam ve derinliğine bakıldığında belli ki zahmetlerle dolu bir saha projeyiymiş. O süreci sizden dinleyelim
Evet, ülkemizde sorunlar yumağı var. Ama bir sosyologa göre ailenin ve toplumun temeli olan kadın sorunu en önceliklidir. Kendi köyümden, çocukluk yıllarımdan başlayarak, kadınların aile yaşamları, çalışma hayatları, iş güç çeşitleri, tüm zorlukları, okula gidemeyişleri hep dikkatimi çekmiş ve bu alana girdikten sonra da onları gözlemlemek, sorunlarına eğilmek istemişimdir. Üniversitedeki öğrencilerime, çoğunlukla kadın konusunu ela alan araştırmalar, seminerler yaptırdım. Bu araştırmaya gelince, o güne kadar ele alınmayan “Evli Kadınları” denek olarak araştırma konusu yaparak bir farklılık yaratmak istedim. Bu çalışmayı, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencileri olmasaydı yapamazdım. Onlarla birlikte uygulamaları yaptık, bilgisayar ortamında değerlendirdik. Araştırmanın temsil yeteneğine ulaşması için 3 yıl gibi bir zaman sürecinde görüşme sorularını alanda uyguladık ve 1000 evli kadın denek üzerinden araştırmamızı yorumladık.
“İyi bal, eski petekte bulunur” derler. Bu eserin örneklem sayısı, evreni, verilerin analiz ve karşılaştırmalarına baktığımda son dönem sosyologlarında görmediğim bir ciddiyet ve derinlik gördüm. Bana göre sosyolojiyi eskiler; menşeine, aslına, özüne daha uygun yapıyorlardı. Sosyoloji daha bilimseldi. Yeniler için bunu söylemem pek mümkün değil. Sizin neler söyleyeceğinizi merak ediyorum.
Esasında sosyoloji (toplumbilim), bir gurubu, bir topluluğu ya da bir toplumu anlayabilmemiz, sorunlarını ortaya koymamız ve çözümler üretmemiz açılarından çok önemli bir sosyal bilimdir. Önceki araştırma ve çalışmaların iyi olması, sonrakilerin yetersiz bulunmasının temelinde “ezberci” öğretim ve tabi “uygulamadan yoksunluk” gelmektedir. Görüşme sorularını alanda uygulayan öğrencilerin -kitabımdaki Öğrenci Alan Notları’nda görüleceği- gibi, bu tür araştırmalar sosyologlarca pek yaygın olarak yapılamamıştır. Ankara’da “gecekondu”yu görmeden, o zahmetlere katlanmadan “Gecekondu Sorununu” yazanlar çoğunluktadır. Bu yetersizliğin temelinde ise “Araştırma Yöntemi ve Teknikleri” konusunda bilgisizliğin oluşu bulunmaktadır. Genellikle sosyologlar “katılımlı” gözlem ya da “uygulama tekniklerini” kullanmazlar… O zaman ne oluyor? “İyi bal” üretilemiyor!
Genç akademisyenlerin veya akademisyen olmak isteyenlerin sizin gibi ömrünün çoğu akademide geçmiş birinden öğreneceği önemli deneyimler olduğuna inanıyorum. Sizi bulmuşken sormak isterim: Nasıl ciddi bilim yapılır, nasıl ciddi bilim insanı olunur?
Öncelikle, “bilimin” ve “bilim insanı”nın ne olduğuna/olması gerektiğine bakmak gerekir. Her şeyden önce bilim, mantıksal ve sistematik yöntemlerle elde edilen evren bilgisine ilişkin bir süreçtir. Bilim, bu yöntemlerle elde edilen gerçek ve somut bilginin ana gövdesini oluşturur. Yani evrenin bilgisinin elde edildiği bilim; mantıksal, sistematik yöntemlere ve bu yöntemler aracılığı ile kazanılan gerçek bilgi oluşumuna ilişkindir. Kısaca, bilim “deney ve gözlem sonuçlarına dayalı, mantıksal düşünme yolundan gidilerek olguları açıklama gücü taşıyan denenceler bulma ve bunları doğrulama yöntemidir.” Öz olarak, “Bilim, doğru düşünme, sistematik bilgi edinme sürecidir.” “Bilim insanı” ise politik eğilimlerden uzak, bilimsel yöntemi iyi bilen ve olguları, olayları nesnel ölçütler kullanarak araştıran, açıklayan kişidir. Hem bilim insanı hem de ciddi bilim yapma, iyi bir eğitim-öğrenim görme sürecine, sabır ve tahammül etme yeteneğine bağlıdır.
Sabri hocam, günümüzde en çok eleştirilen kurumlar arasında üniversiteler ve akademisyenler de var. Hatta bu konuyu işleyen kitaplar da yazıldı. Prof. Dr. Yusuf Arslan’ın yazdığı Seyis’in Gözü-Bir akademia romanı- isimli eser bu konunun öncülerinden. Eserin bir yerinde benimde katıldığım şöyle bir tespit var. “Görüyorum ki akademianız ağır bir hastalığa yakalanmış. Gözleri az görüyor, ayakları topallıyor. Kalbine inen damarları tıkanmış. Bronşları dolu. Sedyede uzanmış ölmeyi bekleyen hasta bir adam gibi.” (s.70). Neler söyleyeceğinizi merak ediyorum.
Romanı henüz okuma fırsatım olmadı. Ama üniversitelerimiz özerk ve özgür araştırma, öğretim kurumları olmadığı sürece bilimsel üretim yapamaz, toplumun gereksinim duyduğu insan öğesini yetiştiremezler. Osmanlı’nın 1919’da yaptığı üniversite reformu bile bugünkü üniversite yönetimi ve atamalarından daha üstün bir nitelik taşıyordu. Osmanlı’da “Üniversite gerek bilimsel, gerek yargı, gerekse yönetim bakımından tamamen özerktir. Kendisinin üstünde bir denetim organı yoktur. Her ne kadar eğitim bakanının üniversite yasasında adı geçiyorsa da rektör ve dekan seçiminde iki adaydan birini seçmek dışında işlevi yoktur.” Bu durum da şu anki üniversitelerimiz, Osmanlı’nın üniversite anlayışından yüzyıl daha geride bırakılmıştır. Kendini yönetemeyen, kararlar alamayan, rektörünü, dekanını seçemeyen, sorgulayamayan, eleştiremeyen üniversiteler, hasta toplumların hastalıklı, tedavisi olası olmayan kurumlarıdır.
1945 doğumlusunuz ve hala bilimsel yayınlar yapıyorsunuz. Örnek alınacak bir insan olduğunuza hiç kuşkum yok. Bilhassa sağlıklı, genç bir akademisyen olduğu halde masa başı işleri tercih eden, bilim için değil de sırf akademik yükselme için puan odaklı yayın yapan, çalışmayı, üretmeyi sevmeyen genç akademisyenler için iyi bir örneksiniz. TÜRK TOPLUMUNDA KADIN, EVLİLİK VE AİLE son eseriniz miydi yoksa yenileri de gelecek mi?
Son eser olduğunu söyleyemem. Zaman ve sağlığımız elverdiği ölçüde birikimlerimizden daha farklı eserler de üretebiliriz diye düşünmekteyim.
Söyleşiyi sonlandırırken bu kıymetli nadide eser için size teşekkür eder, okurlarınızın bol olmasını dilerim.
Ben de size teşekkür ederim.

Leave a Reply